Sanat fantezi midir, hobi midir, boş zamanları doldurmak için kullanılan bir şey midir?
Sanat hiçbir zaman fantezi değildir. Hobi de değildir. Allah’a ait güzelliği aramak diye bildiğimiz sanatı bu denli hem estetikleri açısından hem güzellikleri açısından detaylarına indirmemiz zaten mümkün olmaz. Üzerine fikredilmeden, ona bir mânâ yüklenmeden yapılan hiçbir işten ne bir güzellik doğar, ne bir hayır gelir. Bu bakımdan sanat hiçbir zaman bir hobi değil, boş vakitleri değerlendirecek herhangi bir şey değil. Sanat ezelde belki de kendi istidadına yüklenmiş olan ve Cenab-ı Hakk’a ait güzellikleri teşhis, keşif hususunda aslında vazife gibi olan istidatları ortaya çıkartıp, kullanıp Cenab-ı Hakkı ve Cenab-ı Hakk’a ait güzellikleri tanımak, tanıyabilmek, ona yaklaşabilmek. Tanımaktan kastım bizim için teşhis etmek anlamında mümkün değil tabiî, hiç olmazsa yaklaşabilmek.
Sizin uzmanlık alanınızdan yani müzikten misal verir misiniz?
Mesela ben müzisyenim, musiki tarafından meseleye bakacak olursak ecdadımız buna çok güzel bir izah getirmiş ve ben bunun böyle olduğuna bütün kalbimle ve bütün varlığımla inanıyorum: Ezelde Cenab-ı Hakkın bize bir nidası var “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “ diye. İşte o nidadaki belki sesin güzelliğini, belki o sesteki musikiyi aramak adına dünya yüzünde insanlar sesler âlemini kullanarak ki, dünyada ses çıkarmayan hiçbir varlık yok. İki taşı birbirine vursanız bile ses çıkartıyorlar. Hayvanların kendilerine özgü sesleri var. Rüzgârın sesi var, ağacın sesi var, denizin sesi var. İnsanın kendi konuşma sesi var. Sesler âlemi olarak baktığımız zaman bir defa böyle bir âlem olduğunu şeksiz şüphesiz görüyoruz. Cenab-ı Hakk hiçbir şeyi sebebsiz yaratmamıştır. Yarattığı her şeyin de insan eliyle icabında tertiblenerek, kendi güzelliğini teşhis adına kullanmak üzere onun bütün estetik ölçülerinin insana verdiği istidatla kullanılmasını istiyor demektir. Bunun da insan üzerinde, kendi yarattığı kulu üzerinde kendisine yaklaşması adına bir araç olduğunu belki söylemek istiyor da biz anlamak istemiyoruz. ben araç olduğuna inanıyorum. Allah’ı teşhis adına, O’na yaklaşabilmek adına, O’nu sevebilmek adına, O’na ait güzellikleri kendimiz için araç olarak icabında sırf ona giderken, O’na doğru yol alırken. İşte bu gaye ile bu sebeblerden dolayı bir defa musikinin tertib edildiğini ecdadımız bize söylüyor zaten. İşte ezeldeki O’nun o güzel sesine yaklaşabilmek, O’nu tanıyabilmek ve O’na olan hasret. Birde bu işin içerisinde muhabbet meselesi var. Belki de en önemli mesele budur.
Necib Fazıl’ın “ ilimde tecrid teşhis içindir, şiirde teşhis tecrid içindir ” sözünü aktarmak istiyorum. Hikemiyat ve felsefedeki teşhisten maksat da tecrit için olduğundan bunlarda sanata izafe ediliyor. Hikemiyat, felsefe, sanat hepsinde amaç tecrit, ötelerden mânâ taşımak. Düşünce, tefekkür, sanat üzerine düşünme meselesine geliyoruz. Yedi ses, yedi renk, âlemleri yaratması, yaradılış…
Bunların hiçbirisi boş veyahut tesadüfî şeyler değiller.
O zaman bir Müslüman’ın ben sanattan anlamam, ben resimden anlamam gibi kaba bir tavır takınması mümkün müdür?
Mümkün değildir, hatta belki de bir Müslüman’a en yakışmayan hallerden biridir. Bir defa İslâm nezaket ve nezahet dinidir. Muhabbet ve aşk üzerine inşa edilmiş bir dindir. Bizi bir sürü şartlarla sağımızdan solumuzdan bağlayarak kımıldayamaz hale getiren bir din değildir. İslâm kalbin yoludur. Tabiî yanlış anlaşılmasın şeriatın dışını çıkmayı da kast ediyor değilim. Dünya hayatımızda şeriata uyacağız ancak ruhî hayatımızda Cenab-ı Hakk’a giden yolları arayıp bulacağız. Ben resimden anlamam diye çıkan kimse zaten güzele ait olan hiçbir şeyden anlamıyordur. Resim ölçü değil. Biz kulaklarımızla yıllardır duyuyoruz “ musikiden anlamam ben arkadaş, hüsnü hattan anlamam, tezhibten anlamam laflarını “ çok acıdır bunu anlatmak isterim. Müsiad kurulduktan sonra 4–5 sene üst üste yapılan fuarlarda İslâm sanatlarıyla ilgili de sergi olsun dediler, çok büyük sergiler açtık. Dönemin en büyük sanatkârları iştirak ettiler. Biz orada bir hafta müddetle sergilerin başında durduk. Gelen Müslüman kardeşlerimize izahta bulunalım diye. Oraya gelenlerin yüzde doksan dokuzu diyeceğim inanın abartma değil, ancak birkaç kişi ince ince sorular soruyor. Geri kalanı ya kapıdan bakıp kaçıyorlar yahut sohbet edip eserlerin yüzüne bakmadan geçip gidiyor. Bizim tavamızın balığı değil diye isimlendirdiğimiz, karşı cenahta gördüğümüz, dışımızda kabul ettiğimiz insanların yüzde sekseni bizim sanatlarımıza karşı duymuş olduğu alaka ile maalesef kendi tavamızın balığı olarak adlandırdığımız kendi insanımızın, bizim sanatımıza duyduğu alaka arasında fersah fersah fark var.
Çözüm olarak ne öneriyorsunuz?
Bütün işimizi bırakacağız, imanımızı kurtarmak istiyorsak sanatla imanımızı kurtarmaya çalışacağız. Ne demektir bu? Kalbimizi sanatla rikkatli hale getireceğiz. Sanatla uğraşan insanların kalbi yumuşar. Rikkatli, uyanık hale gelir. O zaman kalp ve beyin bir arada çalışarak şükretmeye başlar, o zaman kesinlikle doğru yolu, Allah’a giden yolu bulur, imanını da kurtarır. Sanatın insan üzerinde, insan ruhu üzerindeki tesiri hiçbir şeyde yoktur bence. Ancak ve ancak çok büyük bir evliyaullahın tasarrufu ile doğru yolu bulan insan vardır. Onun dışında böyle bir güç yoksa sanattan başka bence belki biraz iddialı olacak ama ben sanata mürşit güzüyle bakıyorum.
Necip Fazıl “umulur ki 15. İslâm asrının yenileyicisi estetik planı başa alır” diyor. Büyük Doğu’yu yürüten Salih Mirzabeyoğlu da size takdim ettiğim Şiir ve Sanat Hikemiyatı adlı eserinde “fikrin kendini değil de düzenini ifade eden diyalektik neyse bir duygu olan güzelin terkibinin ifade edildiği estetikte odur” diyor. Bu gözle estetik için ne diyebiliriz?
Efendim, Cenab-ı Hakk hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmamış. Eğer etrafımıza bakacak olursak, işte yine fikretmeye geliyoruz. Bir şeylere baktığınızda, onda bir şeyler düşünüp bir şeyler görmeniz gerekiyor. Bir gül dalını karşınıza koysanız, onda tamamen matematiksel olarak bir araştırmaya başlasanız, o yaprakların yerlerinin neden öyle olduğunu, yaprakların neye göre orantılı olduğunu, gülle yaprakların kavuşma oranlarının büyüklüğünün neye göre orantılı olduğunu inceleyecek olursanız elde edeceğiniz bir sürü sonuç vardır. İnsan vücudunu ele alalım, insanın belden yukarısıyla belden aşağısının oranı, mesela herhangi bir cisimdeki bütün parçaların birbirine oranı bir estetik üzere inşa edilmiştir Cenab-ı Hakk tarafından. Dolayısıyla insan elinden Cenab-ı Hakk’ın arzu ettiği mânâda bir güzellik zuhur edecekse, orada da kesinlikle bu ince özelliklerin bulunması gerekir. Dolayısıyla musikide de bir ölçü vardır, resimde de ölçü vardır, bütün sanat dallarında da çok hassas ölçüler vardır. Bugün Kuran-ı Kerim’in nazil olmasından bu yana gelişen bir hüsnü hat sanatı vardır ki yüzyıllar içerisinde en estetik haline kavuşmuştur. Yani bugün musikiyi ele alalım, birbiriyle irtibatı olmayan, birbirinin mütemmimi olmayan, aralarında herhangi bir ses mesafesi ölçüsü olmayan birçok sesi bir araya getirmek mümkün. Şuradaki bir cismi alıp etraftaki diğer cisimlere vurarak bir çok ses elde edebiliriz. Ama bunların bir araya gelmesi güzelliği ortaya çıkartmaz. Bunların hepsinin bir ölçü dâhilinde, hepsinin birbirine olan oranları dahilinde bir araya getirebilirsek o zaman güzellik ortaya çıkar. Bu yüzden bir Müslüman’ın bunu görmesi derinden teşhis etmesi üzerimize farzdır. Bugün Mimar Sinan’ı eğer düşünecek olursak, hiçbir eserinde, eserlerinin hiçbir noktasında altın oranı kullanmadan hiçbir şey yapmamış. Minarenin şerefesinin kubbeye olan yüksekliği dahi orantılı, gelişigüzel değil. Kubbe yirminci metrede farzı mahâl yandan çıkan minarenin ilk şerefesi alıyorum bilmiyorum ama yirmi üçüncü metrede. Rakamlar izafen ama neden bu rakamlar? Mimar Sinan ve bütün İslâm sanatkârları olsunlar yaptıkları işe muhakkak ve muhakkak Cenab-ı Hakk’ı zikreden bir mânâ eklemişlerdir. Hazreti Peygamberi zikreden bir mânâ eklemişlerdir. O mânâyı yüklemeden hiçbir şey yapmamışlardır. Herşey bir tarafa, bütün sanatları bir tarafa bırakalım insanın kendisi Cenab-ı Hakk’ın en büyük sanatı.
Salih Mirzabeyoğlu’nun, Elif diye bir kitabı var, bunu da size takdim ediyorum. Alt başlık ” Resim Redd Kökündendir” Elif, biliyorsunuz varlığı ifade eden bir semboldür. Resmin perde olduğunu, berzah sırrından olduğunu, bununda irca edilerek hakikate perde olduğunu belirtiyor. Biraz önce de bahsettiğiniz mevzu.
Salih Mirzabeyoğlu’nun sanıyorum resimden kastettiği soyut resim günümüz diliyle. Şimdi batı yüzyıllardır somut resim yaptı, Picasso ile soyut resme geçti. Picasso ne dedi hüsnü hattı görür görmez, istif edilmiş olan hüsnü hattı görür görmez “benim yapmaya çalıştığım yıllardır buydu, İslâm zaten bunu yapmış” dedi.
Picasso, Cezayirli bir hat ustasından ders almış. Anadolu kilim motiflerini gayet iyi tanıyor: Ders almaya gelen bir türk ressamına Picasso “-hazine sizde buraya neden geldin diyor?” Bizim ressam “hazine bizde de anahtarını almaya geldim” diye bir cevap veriyor.
Dönüp baksa kendi sanatına anahtarını da, bilmem neyinin de kendinde olduğunu görecek ama tenezzül edip bakmıyor. Çünkü üzerinde aşağılık kompleksi var, Batıya karşı ezikli. İslâm hiçbir şeyi somut olarak ele almamıştır. Daima somut olanı da soyut hale getirmiştir. Cenab-ı Hakk’ın yarattığı hiçbir şeyi birebir taklid etmemiştir. Böyle bir ahmaklığa düşmemiştir. Bunu da Allah’ın yarattığını bire bir taklid edemem inancıyla bundan kaçınmıştır ve gördüğü herhangi bir çiçeği dahi stilize etmiştir insan elinden çıktığı belli olsun diye. Onun için hiçbir zaman hiçbir şeyi ayniyle taklid etmemiştir. Batı âlemi ise musikisinde de, resminde de, heykelinde de tamamen gördüğünü, Allah’ın yaratmış olduğunu taklide çalışmıştır. Birebir ve en detayına varıncaya kadar üstelik. Ama şu son 50 – 100 senedir aklı başına geldi batının da yeni yeni mücerret olan, elle tutulamayan, çok fazla teşhis edilemeyen ve birebir taklid olmayan şeylere yönelmeye başladılar. E İslâm bunu yüzyıllardır yapıyor.
Şimdi İslâm sanatçılarını nasıl görüyorsunuz? İslâm sanatkârları yeni bir şey ortaya koyabiliyorlar mı?
Allah’ın yarattığını birebir taklid etmeyen geçmiş sanatkârlarımız vazifelerini yerine getiriyormuş. Hep yapmak istediklerinin aslı Allah’a ait değil mi? İşte o yapacakları şey neyse o eserin kendi muhayyilelerinde, kendi ruhlarında bırakmış olduğu tesirle ortaya çıkan şeyi yapmışlardır daima. Dolayısıyla ruhlarındaki doluluk, iç âlemlerindeki dolulukla onu yapmışlardır. O doluluk azsa ortaya çıkan şeyin güzelliği de ona nisbetle az olur.
Birebir taklide karşıyız, bu sefer özgün şeyler yapacağım diye komik şeyler ortaya çıkartıyorlar. Bunları kast etmiyoruz. İslâm’ın sanat anlayışıyla kendi içinde ki doluluğu yansıtması taklid olmaz aksine özgün olur.
Yani Müslüman’ın ne yapıp edip kendisne dönüp bir bakması lazım. Önce kendisini, insanı teşhis etmesiz lazım, kendisi üzerinde çok düşünmesi lazım.
Mimar, ressam, karikatürist Cevat Ülger şöyle diyor; ” -Osmanlı mimarları bir bütün olarak tamamı sanatkârlardı. ” Süleymaniye örneği veriyor bu kapılar,kubbeler şiir değil mi, heykel değil mi şeklinde örnek veriyor. Siz de birkaç sanatla meşgul olan ve hocanız Nihat Sayın’ın da tavsiyesiyle evvela müzikle meşgul oluyordunuz, tezhib yapmışsınız, ebru yapmışsınız. Bu zaviyeden size sormak istiyorum bu hususu.
Bize gelmeden evvel ecdadımızın seviyelerini düşününce bizim hiçbir şey olmadığımız ortaya çıkıyor. Şöyle ki ben yüksek lisans tezi olarak 15. yüzyıllarda yazılmış olan II. Murad’ın musahiplerinden olan Hızır Bin Abdullah isminde bir büyük zatın ” Kitâbü’l-Edvâr ” ismi altında yazmış olduğu bir kitap üzerinde çalıştım. 15. yüzyıla ait bir kitap onu çalışırken gördüm ki mübarek adam hem musikişinas, hem matematikçi, hem gök bilimci, hem tıp ehli, hem edebiyatçı daha birkaç tane daha var saymam gereken. Yedi tane ilimde zirve noktaya çıkmış ve bütün bu ilimleri birbirleriyle münasebetlerini kurmuş, hamur etmiş ve ortaya Kitâbü’l Edvâr isimli çok geniş hacimli bir eser çıkmış.
Bu musikinin teorisi. Bugün musikiyi müzik adı altında basitleştirerek tamamen eğlenceye alet edilmiş olan, insanın hayvanî duygularını kamçılayan, ayağa kaldıran herhangi bir alet gibi günümüzde kullanılmaktadır musiki. Konuşmamızın başında da arz ettiğim gibi Cenab-ı Hakk’ın bize nidasındaki o sesteki güzelliği aramak gayesiyle ortaya çıkmış bir ilim dalıdır. Başlı başına bir ilim dalıdır. Dolayısıyla ecdadımız böyleyken bizim ucundan kıyısından musiki ile uğraşıyor olarak kalmamızı Niyazi Sayın hocamız bize işaret ederek “- sakın ha yalnızca ve yalnızca onunla mesainizi doldurmayınız, onu destekleyecek olan, onda ufkunuzu açacak olan diğer sanat dallarında da kendinizi yetiştiriniz. ” emri üzerine biz çalışmaktayız. Zahiri olan her şeyin batınında bir hakikat vardır ve asl olan da onu görebilmektir.
Sizin yaptığınız bazı programlar vardı. Bunların neticesinden bahseder misiniz?
Bazı televizyonlar bize ümit ışığı olmuştu. 90’ların başından itibaren, rahmetli Özal’a da teşekkür borcumuzu dile getirmemiz lazım, onun sayesinde açılan özel televizyonlar kuruldu. Bir yandan belki çok büyük zararlar getirdi ama burada Müslüman aklını başına toplamalı. Televizyonda zararlı yayınlar var diye evimizde televizyon bulundurmamamız mı akıllı Müslüman işi yoksa zararlı olan programları kapatıp izlememek mi akıllı Müslüman işi. Yani medeniyete ait olan bir yeniliği Müslüman muhakkak kullanmalı, değil mi. Bunu kullanmak için de çalışmak gerekiyor. Bizim Müslüman’ımız tembel olduğu için sıkıntı yaşıyoruz. Ümitlenmememizden devam edelim, özel televizyonlar kurulmaya başlanınca inşallah dedik kendi musikimizi, kendi sanatımız adına burada bir şeyler yaparız, burada sesimizi duyuramadığımız Müslümanlara duyururuz diye ama ne oldu, o kesimin sanata bakış açısı o kadar dardı ki bizi sağdan soldan bir şeylerle sıkboğaz etmeye başladılar. Neymiş eser içerisinde güfte de aşk kelimesi geçmeyecekmiş. Neymiş felek kelimesi geçmeyecekmiş. Beşerî bir aşkı anımsatan bir cümle duyulmayacakmış. Bu yüzden repertuar değiştiriyorduk. En sonunda ben patladım, dedim el insaf. Kendi bağlı oldukları Hoca Efendilerinin kitaplarında geçiyor bunlar. Hiç birini okumuyor musunuz dedim. Bugün Kırık Testi’yi elinize aldığınızda her şey var orada dedim ya. Söyleniş tarzı böyle değildi şöyleydi. Ama biz birkaç yıl orada hizmet vermeye gayret ettik. Baktık olacak gibi değil ve birden popüler olan şeyler istemeye başladılar o gün için, neymiş buradaki anlayışta şu; günümüz gençliğinin anlayacağı seviyede şeyler verilecekmiş. Yani diyorlar ki siz dünyanın, dünyadaki sanatlar içerisinde en zirve noktada olan sanatımızı siz günümüzün cehaleti içerisindeki gençliğin seviyesine indirin. Ya bunu yapın veyahut bırakın bu işi gibi bir şey oldu. Dolayısıyla yapamadık bıraktık. Halbuki bunlardan eğer bu mânâda bilgileri, çalışmaları, fikretmeleri olsaydı ne yapıp edip gençliği bu seviyeye çıkartmanın gayreti içerisinde olunması gerektiğine inanır, ona göre plan yaparlardı diye düşünüyorum. Hiçbir zaman cahilin seviyesine, bilgisizin seviyesine bir şeyi indirerek o cahili, bilgisizi yetiştiremezsiniz.
Diyalog, ılımlı İslâm hususunda neler söylemek istersiniz?
Yahudisi, Hristiyanı diyalog kurmak istiyorsa o gelsin eğilsin, o taviz versin ben neden taviz vereyim. Ne münasebet. Gerçek olan, mutlak hakikat olan İslâm dini, ötekisi batıl olduğu için ortaya çıkmış. Bunu artık dünya alem biliyor, sokaktaki çocuklar biliyor. Bir şey yok olmadan yenisiyle ikâme edilmez değil mi? Dolayısıyla bir şey yok oluyor ki onun yerine başka bir şey ikâme ediliyor. Veyahut bir şey süresini dolduruyor, eskiyor, yıpranıyor onun yerine bir şey ikâme ediliyor. Dinlerinde en mükemmel olanı İslâmiyet’in dünyaya indirilişi tamamen ondan evvel ki dinlerin hem tam olmayışı hem de artık insan eliyle tahrifata uğrayıp iş görmez hale gelişindendir. Yoksa durup dururken Allah kendi indirdiği dini yok edip yerine yenisini getirsin değil mi? Bunu papazda biliyor, hahamda biliyor, herkes her şeyi biliyor. Ben neden eğileyim onun karşısında?
Tepkinizde haklısınız… Sanat ve ahlak ilişkisi…
Sanat araçtır, hakkı ve imanı aramakta ki araçlardır. Hiçbir zaman gaye edinilmemelidir. Eğer biz sanatı gaye edinirsek o yaptığımız elimizden gelen her neyse onun adı sanat olmaz. Ne zaman ki o murad olursa o zaman sanattır. O yüzden sanatçının gururla benlikle yakından uzaktan alakası olmaması gerekir. Zira Cenab-ı Hakkın kendisine ait bir güzelliği gurur veyahut benlikle yapmanız söz konusu değildir. Yani bu birbirine taban tabana zıttır. Benlik varsa sanat yoktur, sanat yoksa benlik vardır. Bizim sanatkâr olarak en büyük handikapımız bu, çünkü özel kılıyor icra ettiğiniz sanat sizi bir çok insanın arasında. İşte o özel kılış, iç dünyanızda kibre kadar giden benlik duygusuna sebeb oluyor. Bizim buna düşmemiz de an meselesidir. Benimde başımdan geçmiştir, anlatayım. Sahnede ney ile taksim ediyorum, taksim ederken biran evvel dedik ya her şey ölçü dahilinde bir araya getirilmeli dedik ya, şimdi bu bütün oranları, ölçüleri bir araya getirip bir taksimde Allah’ın lütfüyle sıraladığınızda amma yaptım, ne güzel oldu dersiniz, o esnada bir tokat yer, bir yanlış perdeye basar ve kendinizi toparlarsınız. Bizim de en büyük imtihanımız benliğe kapılmamak. Ben yaptım dememem.
Aksiyoncular da sanatçılardır. Onlar da gurura kapıldıklarında tepetaklak aşağı inerler.
Hasılı sonuç olarak toparlayacak olursak ecdadımız bunu en güzelini, en temiz niyetiyle, en halis niyetiyle ve en doğru düşünce metoduyla yapagelmiş ama biz ne hikmetse 21. yüzyıl insanı olarak, Müslüman’ı olarak bundan çok çok uzak noktalardayız. Tekkelerde musikiyi boş yere kullanmamışlar. Tamamen tekkeyi intisab etmiş olan derviş namzedinin ruhunu işlenmeye hazırlamak için kullanmışlar. Yani yumuşatmak için, hamur haline getirecek sonra ona şekil verecek. Musikinin kullanılış gayesi tamamen budur. Hüsnü hattın, tezhibin kullanılış gayesi tamamen bu. Hüsnü hattın başta farklı bir gayesi var tabi. Kuran-ı Kerim’e hizmet, en iyi şekilde yazabilme gayesi var. Böyle ortaya çıkmış. Aslında her sanat Kuran-ı Kerim’e hizmet etmek için ortaya çıkmış. Bakın güzel yazı Kuran-ı Kerim’i en güzel şekilde yazmak için, tezhib o güzel şekilde yazılmış olan Kuran-ı Kerim’i en güzel şekilde tezyin etmek için, musiki o Kuran-ı Kerim’i en güzel şekilde okumak için bunların hepsi Kuran-ı Kerim’e hizmet için varlar. Asıl gayesinden sapınca da bugünkü müzik ortaya çıkıyor ve musiki diyemiyorum yani. Bir şey neye hizmet ediyorsa onu iyi teşhis etmek lazım gelir. Eğer sizin belden yukarınızda, kalbinizde bir hareketlenme meydana getiriyorsa o şey muhakkak ulvidir, manevîdir. Ama sizin belden aşağınızı harekete geçiriyorsa günümüzdeki adına müzik denen gürültü gibi o da süflidir. Efendim biz gayemizi kaybetmişiz maalesef. Fakat şöyle de sevindirici bir hal var günümüzde şu son 10 – 15 sene içerisinde gençlerin, bizim sanatlara duyduğu ilgi ve alakanın çok güzel noktalara doğru gittiğini görüyorum. Daima çoğalmakta, kalitesi henüz tartışılabilir. Güzel bir alt yapıyla, doğru bir alt yapıyla biraz önce konuştuğumuz gibi bir alt yapıyla gençleri desteklemek lazım, neyi ne için yaptığını bilmesi gerekiyor. Şimdilik ezber olarak gidiyor ama inşallah alt yapılar oturacak.
Bugün Hazreti Mevlana’yı tanımak isteyen binlerce genç var. Dolayısıyla Hazreti Pirin eserlerindeki iki cümleyi anlamaya çalışması o gencim manevî hayatını kurtaracaktır belki de. Dünyevî hayatta Rabbim zaten kimseyi aç bırakmıyor. İnşallah iyi olur.
Teşekkür ederiz bu keyifli sohbet için.
Ben teşekkür ederim efendim.