Mimar Cevat Ülger’i Anıyoruz

15 Mayıs 1933’te Eskişehir’de doğan Cevat Ülger, ilk ve orta tahsilini Eskişehir’de tamamladıktan sonra Bolu öğretmen okulunu bitirdi ve daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden mezun oldu.


Vatani görevini İstanbul Hadımköy, Artvin Şavşat ve Ankara Polatlı Topçu Okulu’nda yedek subay olarak tamamlayan Cevat Ülger, 1956 yılında Malatya Atatürk Lisesi’nde resim öğretmeni olarak iş hayatına atıldı.


İçine kapalı bir çocukluk devresi geçiren Cevat Ülger; daha çocuk yaşlardayken nasıl, niçin, neden sorularının muhatabı oldu kendi dünyasında. Bu onu çeşitli arayışlara sevketti. Bu aynı zamanda onun mucit kişiliğini de ön plana çıkardı ve lüzumsuz eşyalardan oyuncaklar yapıp geliştirmeye başladı. Malatya Atatürk Lisesi’ndeki öğretmenlik yıllarında çocukluk döneminde geliştirdiği (makara, kibrit kutusu, ilaç şişeleri, çam kozalakları, gazoz kapakları, elbise düğmeleri, tel, çivi, … gibi lüzumsuz artık eşyalardan) oyuncak maketlerini resmedip, yapılış şekillerinin grafik çizimlerini hazırladı ve güçlü hayal dünyasında ürettiği masallara uyarlayarak 1957 yılında ilk eseri olan “Oyuncak Masalları” isimli kitabını yayınladı.


Bu arada çocuk yaşlardan itibaren içinde büyüttüğü bilime ve sanata karşı olan iştiyakı, Malatya’daki öğretmenlik günlerinde su yüzüne çıkarak yeni eserler ortaya koymak şeklinde tezahür etmeye başladı. Öncelikle tanıştığı Malatya’nın önde gelen fikir odaklarından olan Said Çekmegil’in “Siyaset Anlayışımız, Ahlak Anlayışımız, İman Anlayışımız, Diyalektik Reçeteler, Gelenek ve Gelenekçilik, Çağ Dışı, Vahye Göre Büyük Zulüm, İnsanlık Anlayışımız, Dünya İslam Devleti, Kur’an’a Muhatap Olmak ve Engelleri, Nasih – Mensuh Masumiyet ve Recm, İslâm’ın Gerçeği, Düşünceler Düşledim…” gibi eserlerinin kitap kapaklarının yanı sıra, M. Ziya Ünsel’in “Mutlu Güney, Limon Ağacı, Yeşil Malatya…” gibi kitap kapaklarının tasarımlarını yaptı. Birçoğu nonfigüratif abstrakt anlayışla bir sanat eseri olarak ortaya konulan bu kitap kapakları yayıncılık tarihinde bir çığır açarak birer tablo hüviyetinde idiler. Birbiriyle bütünlük arzeden resim ve mimari konusunda da sürekli okuyor ve birikimlerini arttırıyordu. Bu birikimlerinin ilk uygulamasını yine Malatya Kernek Camii’nin müzeyyen pencere vitraylarının, mihrap ve minberinin yeniden kompoze edilerek uygulaması şeklinde gerçekleştirdi.


1959 Yılına kadar süren Malatya çalışma döneminden sonra Eskişehir’in Mihallıççık İlçesi Lisesi’ne resim ve sanat tarihi öğretmeni olarak tayini çıkan Cevat Ülger, burada öğretmenliğinin yanı sıra sanatsal faaliyetlerini de arttırarak sürdürdü. Evinde oluşturduğu bir halı tezgahında eşi Türkan Hanımla birlikte tasarımlarını halıya resmetti ve günümüzde modern desenli halılar olarak piyasaya sürülen ancak geleneksel halı desenlerinin yok olmakla yüz yüze bırakıldığı tarzı elli yıl önce geliştirip yer halısı değil duvar halısı düşüncesiyle gerçekleştirdi. Mihallıççık’ta çocukluktan beri yol arkadaşı olarak seçtiği yoldaşı, gönüldaşı yine kendisi gibi resim öğretmeni Mustafa Kırkımcı ile resim çalışmalarını sürdürdü. Eskişehir Kanatlı İşhanı’nda birlikte açtıkları resim atölyesinde hazırladıkları tablolardan ve dokuduğu halılardan oluşan ilk kişisel resim sergisini İstanbul Taksim Sanat Galerisi’nde açtı. Döneminde çok ses getiren bu sergi ile ilgili sanat çevrelerinde özellikle Cumhuriyet ve Akşam Gazetelerinde birçok makaleler yayınlandı. (Mustafa Kırkımcı 1961 yılında elim bir kaza sonucu Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bu tarihten sonra Cevat Ülger sanat yolculuğunu yine yalnız devam ettirmek zorunda kaldı.) Daha sonra Eskişehir’de birçok vitray, rölyef, soyut heykel, tezyinat, tefrişat, mağaza dekorasyonu, vitrin düzenleme uygulamaları yaptı. Örneklemek gerekirse Eskişehir Asarcıklı Mahmut Caddesindeki Site Apartmanının mozayik malzeme kullanılarak yapılan iç ve dış duvar rölyefleri ve bir heykel tarzındaki tunç malzeme kullanılarak yapılan kapı kolları. Köprübaşı’nda Belediye’nin karşısındaki dört katlı dersanenin merdiven aydınlatma vitrayları. Yalın olarak tek başına yaptığı eserler oldu.


Mihallıççık Lisesi’nden sonra yine tayinle geldiği Eskişehir Atatürk Lisesi, Yasin Çakır Kız Lisesi ve Eskişehir Maarif Koleji Resim ve Sanat Tarihi Öğretmenliği dönemleri başladı. Burada ideolojik olgunluk ve tefekkürün en üst düzeye çıktığı, mimari ve resme olan aşkını had safhasında yaşadığı yılların başında, ilk mimari uygulamalarını Eskişehir Köprübaşı Semti’nde Değirmen Sokak’taki “Osmanlı Mimarlık Bürosu” ismiyle açtığı mimarlık bürosunda Ali Çavuş Camii’nin a’dan z’ye tüm mimari projelendirmesi ve yapımıyla başlattı. Eskişehir‘de Seyit Hoca, Üç Çanaklı, Esentepe, Bahçelievler, Akarbaşı, Şeker Evleri, Ebe Fethiye, Şirintepe, Sümer Evleri, Orhangazi, Çifteler, Tepebaşı Cami’lerinde… Kütahya’da Kuruçay, Domaniç, Tunçbilek, Tavşanlı Camilerinde…Ankara Abidinpaşa Camii, Bilecik’in Bozüyük İlçesi’nde, Trabzon’un Çaykara İlçesi’nde, Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’nde, Balıkesir’de, Konya’da, Konya’nın Ilgın ve Kadınhanı İlçeleri’nde… birçok cami projesi, han, hamam, otel, kaplıca, tatil sitesi, dershane, konut gibi sosyal projelerin yanı sıra; mihrap, minber, minare, şadırvan, tefriş, tezyin ve tezhip çalışmalarını ve inşaat uygulamalarını yaptı. Aynı zamanda bir dergah, sohbet ve buluşup görüşme merkezi hüviyetinde olan Cevat Ülger’in Osmanlı Mimarlık Bürosu halen hayatiyetini sürdürmekte olan “Eskişehir Mektebi”nin temelinin atıldığı merkez oldu.


Bu arada Eskişehir Maarif Koleji’ndeki öğretmenliği sırasında yetiştirdiği öğrencileri birçok ulusal ve uluslararası resim yarışmalarında 1.’lik, 2.’lik, 3.’lük ve mansiyon gibi tüm ödülleri alarak ülkemizde ve dünyada sergilenen yeni bir çocuk resmi tarzının öncüleri oldular. Öğretmenliği sırasında ders işleme sitiliyle de şahsına münhasır bir yapı sergileyen Cevat Ülger, birikimleriyle, Türk ve Dünya Kültürüne olan hakimiyeti ile, derslerde işlediği konular; çocuk dimağların kendi iç dünyalarındaki algılayışlarını kağıtlara nakşettikleri resimlerinin hepsi birer başyapıt konumundaydı. Eskişehir Maarif Koleji yıllarında yurtdışından özellikle Amerika’dan gelen Barış Gönüllüleri adı altında asli vazifeleri misyonerlik olan guruplara İslam ve Türk Kültürünü, medeniyetini anlatarak kendilerine tersinden tebliğde bulunmuştur.


Bu görsel çalışmaların yanı sıra musiki konusundaki çalışmaları, bu konuda gösterdiği faaliyetlerde takdire şayandır. 1960’lı yılların başlarında Ankara Radyosu Bağlama Takımı’nda bağlama sanatçısı olarak altı ay kadar hizmet veren ve bu birikimini gençlerle paylaşan Cevat Ülger birçok defa bağlama kursları düzenlemiş, düzenlediği konserlerle gençlerin Türk Musikisi’ne olan ilgilerinin artmasına vesile olmuştur. Muhtelif vesilelerle Eskişehir’e getirttiği Mehter Takımı ve Kastamonu Karayılan Davul Zurna Ekibi’nin verdiği konserler dönemi hatırlayanlar tarafından takdir ve hasretle anılmaktadır. Öte Yandan Eskişehir Tren Garı’ndaki akustik yapı hesap edilerek bizzat kendi sesinden dinlenilen Fuzuli’nin Su Kasidesi, Dede’nin, Itri’nin besteleri, Ege’nin zeybekleri o günleri yaşayanların kulaklarından hiç silinmemektedir. Bu günlerde ballandıra ballandıra anlatılan 100 küsür yıldır icra edilmeyen Enderun usulü teravih namazını 1965’li yıllarda rahmetli İsmail Bülbül ile birlikte oluşturdukları ilahi gurubuyla Eskişehir Kurşunlu Camii’nde kıldırıyorlardı.


Bir taraftan da bilime olan iştiyakı süren Cevat Ülger, yeni teknolojileri takip ediyor, bu konuda ben ne yaparımın sıkıntılarını çekiyordu. Uzun düşünce ve hesaplamalar sonucu, içten yanmalı motorların çalışma prensipleri konusunda projeler geliştirdi. 1966 Yılında; Japon’ların bütün dünyaya yüzyılın buluşu diye ancak 1980’lerden sonra sundukları üçgen motor, hidrojenle çalışan motor ve daha şimdilerde projelendirilmeye çalışılan su ile çalışan motor projelerini hazırlayıp İstanbul Teknik Üniversitesi’nde profesörler kuruluna sundu. Ancak uzun bekleyişlerden sonra dış güdümlü malum kafalar tarafından bir türlü gündeme alınmayarak projelerin üstü örtülüp sümen altı edildi.


Bilimsel çalışmalarının yanı sıra mimari çalışmalarını da aralıksız olarak artan bir ivme ile sürdüren Cevat Ülger 1966 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara Kocatepe’de yaptırılacak olan bir cami için proje yarışması düzenledi. Cevat Ülger bu yarışmaya Ankara’ya İslam Türk Kültürü’nü remz edecek Osmanlı Mimari Tarzı’nın modern malzemelerin kullanımıyla geliştirilerek günümüze uyarlanması temel fikrinden hareketle katıldı. Ama bilmiyordu ki yarışmanın düzmece, göz boyama olduğunu. Bu da adet yerini bulsun yarışmalarından biriydi. 1.’si, 2.’si, 3.’sü hatta mansiyon ödülleri dahi önceden dağıtılmış, sonucu baştan belli olan yarışmalardan. Çünkü bu proje Mimar Fatin Uluengin’e, Pakistan İslamabad’taki ve Fas Rabat’taki Kral Hasan Camii’leri Vedat Dalokay’a paylaştırılmıştı.


Daha sonra Eskişehir’de Reşadiye Camii’nin proje ve proje’nin tatbiki çalışmalarına başladı. Bu camii’nin tüm detay projeleriyle bizzat tek tek ilgilendi. Filpaye başlıklarından, mahfel altı sütun başlıklarına ve hatta sütun başlıklarını hepsi ayrı modelde olmak kaydıyla modellerini çıkartıp, kalıplarını hazırladı ve tüm sütun başlıklarını betonarme olarak hazırladı. Diğer taraftan bir heykeltıraş gibi çalışarak kubbe altı mukarnaslarını, şerefe altı ve mihrap içi mukarnaslarını hazırladı. Minberini, kürsüsünü, müezzin mahfelini, korkuluklarını, kapı kitabe ve sövelerini, mihrapçelerine varıncaya kadar en ince detaylarını dahi projelendirmekten geri kalmadı. Bütün bunları malum cami yaptırma ve yaşatma cemiyetlerine rağmen yaptı. Onun azmi netice olarak böyle muhteşem bir eserin ortaya çıkmasına vesile oldu.


Aynı şekilde 1970’li yılların başında Kayseri Kalesi’nin Bitişiğindeki Eski İki Kapılı Camii’nin yerine inşa edilen Refik Bürüngüz Camii’nin projelendirme proje tatbiki işine başladı. Burada Eskişehir’deki ortama nisbetle çok daha kolay ve güzel bir ortamla karşı karşıya kaldı. Çünkü burada muhatabı idare heyeti değil, bir tek şahıstı. Bu eserini de aynı Eskişehir Reşadiye Camii’nde olduğu gibi tek tek, nakış nakış işledi ve gerçekten muhteşem bir eser çıktı ortaya. Bu eserin yapımı sürerken İstanbul’un Küçüksu Semti’nde de Hacı Zihni Gürler adına Koca Sinan’ın Üsküdar Şemsipaşa diğer adıyla Kuşkonmaz Camii’ne nazire yaparcasına biblovari küçücük bir şaheser koydu ortaya.
Ancak Cevat Ülger bir taraftan toplumun başı boşluğuğunu, vurdum duymazlığını düşünüyordu. Ve kaleme aldığı yazısında:


RİTMİN GÜCÜ VE RİTME DAVET


Konservatuar mezunu bir arkadaşım, zengin plâk koleksiyonunu dinletirken, 20. yüzyıl müziğinin en mühim karakterinin ritmsizlik olduğunu uzun uzun anlatırdı; ritmsizlik ve melodisizlik. Sayısız modern müzik eserlerini dinler, fakat neden «a ritmi»ye ve «a melodi»ye lüzum duyulduğunu pek düşünmezdim; bana pek mühim gelmezdi bu… Şimdi düşünüyorum, şiirde de aynı şey; onda da ritmden kaçma, bir nevi ölçüsüzlük, dağınıklık var. Resim, heykel, mimarlık ve baleyi de rahatça bu anlayış içinde kabul edebiliriz.


Bu hal yakın zamana kadar dikkatimi çekmiyordu, mühim bulmuyordum; onun da güzeli olabilirdi, öbürünün de…


Ama bir hadise beni başka türlü düşündürmeye başladı: İşim vardı, şehrin en kalabalık ve geniş caddelerinden birine doğru yürüyordum. Fakat caddede olağanüstü bir kalabalık olduğunu fark ettim. Davul sesleri de geliyordu. Heyecanlı insan kalabalığı caddenin iki yanını tamamen kapatmıştı. Ben de girebildiğim kadar yanaştım. Bulunduğum yerden, insan kalabalığı olmasa, cadde sonuna kadar görünecekti; ama insan duvarından caddeyi tam göremiyordum. Biraz sonra davul sesleri yaklaştı; zurnalar da eklenmişti. Mehter takımı geçiyordu! Mehteri teşkil edenleri göremememe rağmen, davul zurna seslerini duyuyor, sancak ve tuğları rahatça görüyordum. Evet, sancak ve tuğlar şaşılacak kadar heyecan verici bir şekilde, önce sağa doğru hareket ediyorlar ve sağın en ucunda duruyorlar, sonra sola doğru gidiyorlar. Bu alabildiğine ağır dönüş, eğiliş ve duruş, yirmi davul ve yirmi zurna, bir o kadar kös, nakkare, zil, kudümün yine ağır müziği ile içiçe titretici bir güçle devam ediyordu. Şaşırmış şekilde bu «ağır ve şahane» ritmi caddenin sonuna kadar yaşadım. Mehter ilerde yana döndü, kayboldu. Davulların derinden gelen ritmi devam ediyordu.


O günden beri kendimi ritmin gücü karşısında buldum. «Ritm»de, «ölçü»de, şaşılacak bir güç vardı. Yine tesadüfen gittiğim bir festivalde gördüğüm Erzurum ekibini daha iyi hatırlıyorum şimdi… Barları… Davul ve müzikle meydana gelen vücut hareketi şaheserleri; altı figürün duruşu, kolların birden kalkışı, bekleyiş, bu sükût ve duruşla hareketin ritminin kaynaşması, derken en beklenen zamanda ayak figürlerinin başlaması ve ritm… (Bahsettiğim barlar, başbar, dikine bar, veysel bar, sarhoş bardır. Hançerle oynanan, bana biraz basit duyguları tatmin için uydurulmuş gibi geldi.) Artık iyice inandım; malzeme ne olursa olsun, «ritm»de şakaya gelmez korkunç bir güç vardı. Eskiler bunu anlamış ve içine girmişlerdi. Onunla içice şahaserlerini, her sahada hayallerin üstündeki yüksekliklerde vermişlerdi. Mimaride mekân, ışık ve gölgenin, HAT’la biçimin, edebiyatta şiirin, müzikte sesin ritmi…


Bugün sormaya başladım: Bugün «ritm» kime ne yaptı? Neden ona karşıyız? Neden «a ritm» iye meylediyoruz?


Sebepleri araştırırken, bir yanda «pür – saf sanat ve estetikle başbaşa kalma» kabul edilebilir. Fakat görmemezlikten gelinen ve asıl ağır basan sebep, bir önceki devre «kontrast – zıt» olma kabul edilebilir. Bu —bilhassa ikinci— büyük sebeplerin yanında, belki sayısız küçük sebepler de bulunabilir.
Fakat işte bir devir daha geçti; a ritmik, ölçüsüz, ritme ve onun gücüne «bozulan-kızan» bir devir… ŞİMDİ DE ONA KONTRAST OLMAK hakkımız (ve lâzım) herhalde. Tabiî olarak ritmin içinde olmak, onun gücünü yaşamak ve heyecanlanmak gereğinin devrindeyiz.


Mimarînin, rengin, biçimin, sesin, edebiyatın «şair»lerini ritme davet ediyorum; ritmin gücüne… Ondan kaçış bize hiç de mühim şeyler kazandırmadı. Ama onunla içice olan devirlerin dev şaheserleri ortada. Ritmin sarhoş edici ve kendinden geçirici gücü içinde ortaya koyulacak şiirleri; edebiyatın, musikinin, biçimin, rengin, mimarinin şiirlerini bekliyoruz. Ve, şairleri davet ediyoruz… Diyordu.


Tabii bu sanatsal çalışmalarının yanı sıra fikri yapılanmasını da sürdüren Cevat Ülger’in, dönemin makbul dergilerinde Büyük Doğu, Diriliş ve İslam Düşüncesi… Dergileri’nde birçok makaleleri yayınlandı. Eskişehir de Muammer Erdiş ve Suat Fıratlı ile beraber halen öğrenci yetiştirmekte olan “Eskişehir Mektebi”nin temellerini attılar. Eskişehirde bir cafe tarzında açtıkları ve “Çay” ismini verdikleri mekanda Türkiye’nin kaderini değiştirecek geleceğin şahsiyetleri yetişti. O öyle bir mektep ki, Rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeolocyası’nın temelindeki yapı taşı oldu. Bu mukaddesatçı fikrin gördüğü rağbet Anadolu’nun dört bir yanına yayılmaya başladı. Sürekli konferanslar veriyor ve etrafındaki ideolocya halkası her geçen gün büyüyordu.


1967’lerin sonunda aktif mücadelesi sebebiyle öğretmenlikten ihrac edilen Cevat Ülger 1968 yılında İstanbul’a taşındı ve mücadelesine kaldığı yerden devam etti. Bunca yıl sürdürdüğü bütün mimari çalışmalarının önüne diploması olmadığı için projelerine atamadığı resmi imzalar ket çekiyordu. Bunun üzerine 1969 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu’nun gece bölümüne kaydını yaptırdı ve 1974yılında bu okuldan 1.’likle mezun oldu.


Cevat Ülger hayatının İstanbul döneminde 1971 yılında MNP ile Türkiye’de yeni filizlenmeye başlayan mukaddesatçı, milliyetçi siyasi hareketin içine çekilmek istendi. O hareketin bizzat içinde olmaktansa dışından destek vermeyi yeğledi.


Bu arada Türkiye Yeşilay Derneği’nin çıkartmakta olduğu “Mavi Kırlangıç Çocuk Dergisi”nde Kiraz Bekir İsimli çocuk çizgi romanını çizmeğe başladı. Ve 1973 Yılında Milli Gazete’nin Yayın hayatına girmesiyle, gazetenin birinci sayfasında “Karamehmetler” imzasıyla günlük siyasi karikatürler çizdi. Kübik şekillerin hakim olduğu tek ve kararlı çizgi sistemiyle oluşturduğu karikatür tarzı diğer sanat kollarında olduğu gibi karikatürde de bir ilkin başlangıcı oldu. Vefatına kadar günlük siyasi karikatürlerine devam eden Cevat Ülger’in “Oyuncak Masalları”, “Demet”, “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” isimli yayınlanmış üç kitabı bulunmaktadır.


Ancak bir yazarımız şöyle diyor:


“Büyük Mimar, Çağdaş Sinan… Yeni malzeme ile eski mimarînin hayatiyetini devam ettiren ve erbabına göre malzeme avantajıyla bazı noktalarda Mimar Sinan’ı aşan gerçek sanatkâr.
Şahsiyetinin verdiği ilham bahsinde, sadece, dünya çapında bir fikir tezgâhını temsil eden İBDA’yı göstermek yeter.


Cevat Ülger (Karamehmetler) in yazılarını tertiplerken, televizyonda «iz bırakanlar» diye bir dizi vardı. (1984)


Sümüklü böcek de iz bırakır! Dava iz bırakmakta değil, onun keyfiyetinde.
Ve çoğu, keyfiyet ölçüsüyle sümüklü böcek cinsi adamlar söz konusu edildi de, 60’tan fazla eser sahibi mimarımız yok!


Albert Camus, yazarın tanınışıyla eserin tanınışı arasındaki farkı izaha benzer bir mektubunda, yazar olarak tanınmak için kitap yazmaya ihtiyaç olmadığını, gazete köşesinde onun «şu kitapların sahibi» diye tanıtılışıyla, okuyucunun onu kitabını bilmeksizin tanıyışını, aslında bunun tanınmayış olduğunu söyler.


«At ölür meydan kalır» misali, yokluğu bir keyfiyet boşluğu doğurmayan yazar ve sanatkarlar ordusu içinde, eserinin dikilişi ve kıymetine mukabil ismi gölgelenenlerin başına Cevat Ülger (Karamehmetler) konulsa yeridir.


— «Şu cami ne kadar güzel!»
— «O mu? Mimar Sinan’ın!»


Bu, Cevat Ülger (Karamehmetler) in eserinin haysiyetini gösterir diyeceksiniz. Öyle!
Ancak, gerçek sanatkâra gösterilmesi gereken ve onu lif lif açarak bizzat kendi haysiyetini heykelleştiren dava anlayışı, onun semtine uğramadı. Nerde kaldı ki televizyon!


Konferanslar serisiyle Anadoluyu baştan başa ayaklandıran Necip Fazıl, hakikati görmemek için kıçını dönen, böylece gördüğü hakikatin ezikliğini yaşadığını ifşa eden basının tavrını kapak yapmıştı:
— «Üzerimize bir milyon ton sükût külü döküyorlar!»


Cevat Ülger (Karamehmetler) karşısındaki, müslüman ve sanatkâr veya yazar geçinen çevrenin tavrı ise, düpedüz şapşallık!


Her şahsiyetli sanatkârın kaderi midir nedir, bu şapşallığın hainlikle elele görünüşü de bizde tecelli etti!


— «Ondan bahsetmeyin, ismini söylemeyin, tanımayın, anmayın!» Deseniz ki:
— «Allah aşkına bunlar insan mı?» Derim ki:
— «Bu sözün de ancak insanı incitir!»


Ve, onları incitemeyeceğimi bile bile, bizzat Büyük Doğu Mimarınca yakıştırılan sıfatlarını saydıktan sonra eklerim:


— «1975’den beri ite ite şapşallığınızı sergileyen ve gecekondularınızı yıkarak fikir, fiil ve sanatta ufuklar açan beni, Necip Fazıl’ın vefatından sonra gömmeye çabalarken, tezadı içinde bir ahmaklıkla tanımıyorsanız, yollarda benim bırakıp sizin konduğunuz «değişik» parsa hakkı için, annenize sorunuz! Çocuk babasını tanımıyorsa, suç anasının!»


Kaderin, Cevat Ülger (Karamehmetler) çapında bir sanatkârı bana yakın kılması ve bir ikisi hariç yayınlanacak vasat bulamayıp 20 seneden fazla pinekleyenleriyle beraber yazı dosyasının bende kalması, zevken idraka mevzu ayrı bir dava! Onun şansı olduğu kadar, benim de şansım!”
Bir başka yazarımız “Şu Dünyayı Eleklerden Geçirsek” yazısında;


“Şu dünyayı eleklerden geçirsek”, memleketin resmi, özel bütün okullarını, kolejlerini tarasak, öğrencilerine “Eğer canınız şimdi resim yapmak istemiyorsa Tom Miks, Teksas okuyabilirsiniz” diyecek; onlara Lagari Hasan Çelebi’den, Hezarfen Ahmed Çelebi’den, Levni’den, Paul Klee’den, Braque’dan, Kel Aliço’dan, Sezai Karakoç’tan, Mimar Sinan’dan, Sadullah Ağa’dan, Gandhi’den, Kierkegaard’dan, Dokuzuncu Senfoni’den, Balıkesir Pamukçuköy Bengisi’nden ve kimbilir daha nelerden nelerden, hem de onların anlayacağı şekilde, hem de hepsini ağzının içine baktırarak bahsedebilecek bir tane, ilaç için bir tane öğretmen (“ne öğretmeni, muallim!”) bulabilir miyiz?


Tuvalde başladığı “nonfigüratif” macerayı, evindeki dokuma tezgahında halılara, kilimlere taşıyan; ıskarta malzemelerden çocuk oyuncakları yapan; giydiği ceketin, gömleğin, ayakkabının modelini kendisi çizen; bağlama çalan; sadalı bir kubbe görünce aşka gelip gülbank çeken; okula motosikletle gelip giden nalbant bıyıklı bir “resim öğretmeni” bulabilir miyiz?
Herhalde bulamayız…


Zaten o zamanlar da, ondan başka bulunamazdı.
Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı da Eskişehir Maarif Koleji’nde böyle bir “öğretmen” olduğunu duyar duymaz kendine yakışan tepkiyi göstermekte gecikmemiş ve bu “imalat hatası”nı derhal öğretmenlikten ihraç etmişti…


O da ne yaptı biliyor musunuz?
Gidip DGSA Mimarlık Yüksek Okulu’na kaydoldu ve 1975 yılında “diplomalı mimar çıktı”.
Kırkiki yaşındaydı.


Artık projelerini çizdiği camiler için “imzacı mimar” aramak zorunda kalmayacak, Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği başkan ve idare heyeti azalarına laleden de âlem olabileceğini anlatabilmek için daha az dil dökecek, bazı “na-mütenasip” levhaları ortadan kaldırmak için teatral sakarlıklara müracaat etmeyecekti.”


Diğer bir yazarımız ise;”Öğrenen Öğretmen ve Öğreten Öğrenci Olmak” başlıklı yazısında:
İlk öğretimden yüksek öğretime kadar bütün eğitim kurumları, öğrenen öğretmenleri, öğreten öğrencileriyle, ülkelerin omurgasını oluştururlar. Eğitim öğrencilere bilgi kazandırma, kazanılan bilgiyi yararlı hale getirme sürecidir. Ömür boyu devam eden bu süreçte, yaşı ve işi ne olursa olsun, herkes hem öğreten öğretmen, hem de öğrenen öğrencidir. Öğrenme ve öğretmenin yeri ve zamanı yoktur. Toplum öğrenmesini öğrenmek zorundadır.


İnsan hayatını öğrenmeye ve öğretmeye adamalıdır. Bir insanın en büyük ve getirisi en yüksek varlığı, bilgi ve tecrübe birikimidir. Bir insan sahip olduğu bütün varlıkları kaybedebilir. Bilgi ve tecrübesi ise, insanın kaybetmeyeceği tek varlığıdır. Bu yüzden, her ülkede eğitim günlük politikanın dışında tutulur. Öğrencileri ve öğretmenleriyle eğitime yapılan yatırım, bir ülkede getirisi en yüksek olan yatırımıdır.
Eğitimin öneminin bilincinde olan, Eskişehir Odunpazarı Belediye Başkanı Burhan Sakallı’nın öncülüğünde, “Öğretmenler Günü” armağanı olarak, Mustafa Özçelik’in derleyip hazırladığı “Eğitime Adanmış Hayatlar” yayınlandı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yahya Kemal’i, Mustafa İsen’in Orhan Okay’ı anlattığı kitapta ben de, Nabi Avcı’dan Ahmet Kot’a pek çok aydın üzerinde derin izler bırakmış, sıradışı öğretmen Cevat Ülger’i anlattım.


Anadolu insanının ümit ve güven kaynağı ve her dönemin öğretmeni Yunus Emre’nin bilim için söyledikleri, eğitim için de söylenebilir. Ülkelerin geleceğini aydınlatan eğitim, eğitimi bütün boyutlarıyla kavramaktır. Eğitimin, derinden kavranabilmesi için de, insanın kendisini bilmesi, iç ve dış dünyasını güzelleştirmesi gerekir. İnsanın kendisiyle birlikte çevresini de güzelleştirmeyen eğitim, eğitim değildir.” Diyor.


6 Eylül 1977’de Hakk’ın rahmetine kavuşan Mimar Cevat Ülger’i (Karamehmetler) rahmetle anıyor, eserlerinden ve fikriyatından istifade etmek için 33 sene beklememek gerektiğine inanıyoruz.

Mehmet Ülger

Posted in Yazdıkları
Yorum Yaz