Vakit Gazetesi muhabiri Ahmet Can, ünlü karikatürist Yalçın Turgut balaban ile söyleşti. İslami kesimin kültür sanat çerçevesinden ilginç bir sohbet ortaya çıktı. Neler soruldu, ne cevaplar verildi?
– Bugüne kadar bize yutturulan, belden aşağı, cıvık sanat anlayışımızı yıkacak yeni İslâmî patlamalara ihtiyaç var mı? Sanatın ölçüsü İslâm’da nedir?
– Sanat dediğimiz olay; fikrî ve ruhî birikimin, farklı yaradılışlar tarafından belli malzemeler kullanılarak ifadelendirilmesidir. Dolayısıyla, fikrî ve ruhî birikimi belli bir kapta toplanmış ve bu kapta kesinlikle yerli malı olmayan kişilerin ve yapıların ortaya koyacakları eser de, kullanacakları malzeme de “biz” olmadığı için, ortaya bu tip taklidin taklidi, sanatın karikatürü şeylerin çıkması kaçınılmaz.
-Türk aydını batıdan icazetli ve kompleksli mi demek istiyorsunuz?
– Evet… Türk aydını korkaktır, komplekslidir. Batı hayranlığı yoğundur.
Olumsuzlukların kökünü kendi değerlerimizde görme yanlışıyla birlikte başlayan her konudaki taklit olayı. Bu durum, sanatla ilgilenen ve kendilerine sanatçı denilen kişileri de etkilemiş. Ve bu adamlar, ruh ve fikir birikimlerini, ellerindeki malzemeye kullandıkları enstrümana göre taklit üzerine kurmuşlar ve bugüne kadar da böyle gelmiş. Meselâ, Türk resimlerinden hiç bahsedilmez. Neden?
– Salvador Dali’nin karşılığı var mıdır İslâmî kesimde?
– Şu dönemde böyle bir şey mümkün değil.
– Rembaud’un, Dali’nin, Goya’nın karşılığının İslâm kültüründe yetişmemesinin sebebi nedir? Akıl İslâmcıları, “Gazali ilmin önünü kapattı. Sanatın, felsefenin haram olduğunu öne sürdü” diyorlar. Resim, İslâmî kesimde reddedildiğinden dolayı mı bir ilerleme kaydedemedi?
– Öncelikle resimden kastın ne olduğu üzerinde duralım. Resim dendiğinde, çok uzun süre yine batının etkisiyle, yaratılmış olanların birebir kopyası mevzu bahis. Klâsiklerden bugüne gelecek olursak, yaratılanları belli bir malzemeyle biçimlendirme, yani kısacası fotoğraf çekme olayı resim olarak yerleşmiş. Halbuki resim bu değil.
– Nedir o halde?
– Picasso’yla başlayan soyut resim olayı her şeyi yıktı. Fakat Picasso, ölümüne yakın başucundaki hat örneğini işaret ederek, “Her şeyi yaptım, ama böyle bir sanatın estetiğine yaklaşamadım bile” diye gıptayla bakmıştır. Soyut resim şahikası bütün tabularını, kurallarını yıkarak söylüyor bunu. Bunlar bizim insanımız için yabancı tabiî… Bizim sanatçı dediğimiz zümre, eğitimini aldığı dönemdeki, içinde yaşadığı çağdaki akımların kopyalarını, “gibi”sini yapmakla meşgul.
Çünkü özünü kurcalaması mümkün değil. Orijinalini yapan kişi, kendi özünün, kendi birikiminin malzemeye, tuvale aksetmesini sağlıyor. Ama seninkinde öyle bir durum yok. Bal kavanozunu dışarıdan yalamaya benzer bu. Dolayısıyla dünyada Türk resmi diye bir şey yok.
– Peki, siz rüyalarınızı resmetmeyi düşündünüz mü? Bir sabah uyandığınızda, böyle bir düşünceye kapıldınız mı? Bu tarzda soyut çalışmalarınız var mı?
– Soyut çalışmalarım var… Çok ilginç bir kibrit çalışmam var. O sadece evimin salonunu süslüyor. Sadece ben ve ziyaretime gelen eş-dost, üzerinde konuşabilme imkânı buluyor. Dünyaya kapalı şu anda yani. Ve o çalışma gerçek rüyanın iç içe geçtiği ve bizi şekillendiren son yüzyılımızın fotoğrafı diyebileceğimiz bir çalışma. Belki vefatımdan sonra, belki de başka bir vesileyle daha geniş kitleler de onu görme imkânı bulur. Ama o, bana ait bir şey yani…
– Vakit Gazetesi ve Cuma Dergisi’ndeki karikatürlerinizden de tanıyoruz sizi. Güncel karikatür çizenlerden beğendiğiniz bir karikatürist var mı?
– Basılı medyada her gün tüketilen tarzda karikatürleri konuşacak olursak, çok takdir ettiğim ve sevdiğim, Türkiye’nin sayılı karikatüristlerinden Salih Memecan vardır. Güncel karikatürün yüzde yüz hakkını veren bir üstaddır. Karikatür sanatının o olup olmadığına gelince; karikatür sanatı apayrı bir şeydir. Benim de 70’lerde başlayan maceram… Millî Gazete’nin çıkışıyla birlikte yayın kurulunda yer almam…
– İlk karikatürünüz nerede yayınlanmıştı?
– ‘Yeşilay’ dergisinde yayınlanmıştı. 1968-69 yıllarıydı galiba. Daha sonra Millî Gazete’yi çıkaran kadronun içinde bulundum. Millî Gazete’de birinci sayfa karikatürleri. Ardından Yeni Devir’i yayına hazırlayan kurul içindeydim. Ve Yeni Devir’deki birinci sayfa karikatürleri… Bu arada yer yer bantlar oldu. Sonra bildiğiniz gibi Cuma Dergisi… Vakit Gazetesi…
– Kaç yıldır çiziyorsunuz?
– Kırk seneye yakın. Ben karikatürü, düşüncemi, inancımı, yansıtarak kitlelere ulaştıracak bir vasıta olarak gördüm. Bu arada; gerçekten karikatür diyebileceğim karikatürlerimi de birkaç defa sergileme imkânım oldu. Fakat maalesef sergilediğim eserlerin hiçbirinin orijinali şu anda elimde değil. Sergiye davetli olan arkadaşlarım tarafından alınıp, onların koleksiyonuna dahil oldu. Burada tek bir kârım oldu. Onlardan izin almak suretiyle sergilediğim eserlerin slaytlarını çekmiştim. Ve bundan on sene önce öğrencilerim bu sergilerden alınan slaytları bir araya getirerek, “Yalçın Turgut Balaban Albümü” adı altında karikatürlerimi neşrettiler. Ancak o şekilde benim de karikatürlerimi kütüphaneye koyabilme şansım oldu. Benim gerçek karikatürlerim onlar.
– Türkiye’de gerçek karikatürün oluşturulması doğrultusunda okul görevi gören bir misyona sahip bir yer oldu mu?
– 85’te Doğuş Grubu adı altında bir sanat grubu oluşturdum. 20 küsur mevcudu olan bir gruptu. Ve bu grupla, 87’de Cağaoğlu’nda Doğuş Grubu Sergisi adı altında bir karma sergi açtık. Hiç unutmuyorum. Oğuz Aral, Tekin Aral sağdı o zaman. Gırgır’ın, Fırt’ın en cafcaflı dönemi… Tabiî ki Cağaloğlu’nun göbeğinde böyle bir sergi açıldığını duyunca gezmeye gelmişler. Ben de o sırada orada bulunuyordum. Bir eğlenme duygusu ve istihza ile geldiler. Çünkü karikatürde, bütün sanatlarda olduğu gibi, sanatın kendi tekelinde olduğunu vehmeden bir zümre vardır. Tatbikatta buna hak verilebilir. Fakat çıkarken, geldiklerinin tam tersi bir yüz ifadesiyle çıktılar. Çünkü Doğuş Grubu’nun gençleri oradaydı ve muhteşem karikütürler vardı. Uzaktan takip ettim onları. Sordukları sorular, gençlerden aldıkları cevaplar, karikatür üzerine uzun konuşmalardan sonra epey buruk bir şekilde çıktıklarını gayet iyi hatırlıyorum. Gerçekten çok müthiş gençlerdi. Fakat biliyorsunuz, marifet iltifata tabidir.
– İslâmî dergilerden “Ustura” da tutmadı. Bu, kaliteli espriye toplumun alışkın olmayışıyla alâkalı olabilir mi?
– Camiamızda sanata, özellikle görsel sanatlara karşı bir uzaklık, soğukluk, bir ilgisizlik ve dile yabancı olmanın getirdiği bir yabancılık var. O yüzden..
– Bu olay şununla ilgili olabilir mi? İlk çağlardan itibaren insanın genetik kodlarının, bilincini oluşturduğu söylenir. Türk toplumunun da kökenine indiğimiz zaman, feodal ve göçebe bir hayat yaşadıklarını görüyoruz. Bir resimleme yok zihinlerinde. Müslüman toplumlar olarak bakmayalım olaya… Çünkü İslâm toplumu olarak baktığımız zaman, İran’da veya Arap yarımadasının bir bölümünde ciddi ressamlar çıkabiliyor. Ama, özellikle Türkiye’de çok iddialı, dünyaya ismini duyurmuş farklı bir ressamı veya bir karikatüristi göremiyoruz. Daha çok yazıya ve şiire mi yatkınız?
-Hayır, hayır… Tam tersi… Resim sanatında doruk noktası diyebileceğimiz eserler var. Bu, resimden ne anladığımıza bağlı. Biraz evvel bahsettim. Hat sanatının zirvesi Türklerdir, Osmanlı’dır.
– Suçun rengi nedir sizce? Ya da suçun rengi var mıdır?
– Neye göre suç? Kime göre suç? Genel kabul gören suçun rengi benim için bembeyazdır.
– “Herkesin suçlu olduğu bir toplumda tek bir suç vardır, o da kendini yakalatmaktır” diyor ismini zikredip reklamını yapmak istemediğim bir yazar. Sanatçı, kendini yakalatmaktan korkan adam mıdır? Ya da ne olmalıdır?
– Aslında tam tersi. Sanatçı kendini ele veren, kitlelere kendini itiraf eden kişidir.
– Lautréamont, 20’li yaşlarda bir kitap yazıyor ve 22 yaşında ölüyor. Hayatta iken kitabını bir yayıncıya götürmüyor. Öldükten elli yıl sonra yazdıkları bulunuyor. Andre Gide’in “Dünya Edebiyatının Devi” dediği bir yazar… Bunun gibi kendini hayatları boyunca gizlemiş başka yazarlar da var. Bu büyük sanatçıların gizlenmesine ne diyorsunuz?
– Bence bu tamamen mizaçla ilgili bir şey. İnsan sanatçı olmayı istemekle sanatçı olamaz. Sanat okulları yılda yüzlerce mezun vermesine rağmen, sayılı sanatçımız var. Sanatçılar özel yaratılmış insanlardır. Onlara bu güzellikler Allah tarafından özel olarak bahşedilmiştir. Özel insanın da özel mizacı olur elbette.
– Türkiye’deki Marksistler sanatı bizden daha mı iyi kullanıyor?
– Sanat dünyasından bahsedecek olursak, tabiî ki su başlarını tutmuş durumdalar. Ve neredeyse tekellerinde gibi… Bunu da şu şekilde kullanıyorlar. Kendileri gibi olmayan, kendileri gibi düşünmeyen ve kendileri gibi bir sanat anlayışına sahip olmayan kişileri tecrid ederek ve kendi insanlarını belli yerlere taşıyarak alkışlayıp, sergileyip yükseltiyorlar. Bunun dışında, ‘Fikirlerini kitlelere aksettirme noktasında başarıları nedir’ diye sorarsan; bu gayet açık… Kendileri çalıp kendileri oynayan, kendileri söyleyip, kendileri dinleyen bir durumdalar. Bir zümre var ve bu zümrenin çevresinde dönüyor olay.
– Ünlü Sosyolog Le Bon diyor ki; kitlenin ahlâkı yoktur. Kitlenin ahlâkı güçlüden yanadır. Güçlü ahlâksızsa, güçsüz onu ahlâk sanır. Yani, ‘Kitle her zaman biat edendir’ diyor. Böyle olduğu için de kitlenin yazılı ve görsel basınla iğdiş edildiği, beyinlerin kirletildiği bu dönemde herkese ‘dur’ diyecek büyük bir sanatçının işaretlerini nasıl görebiliriz? Öncelikle ne oluşması gerekiyor? Topyekûn sanatı görebileceğimiz bir oluşum var mı? Yoksa, bu söylediğim tamamen hayal gibi mi görünüyor?
– Mutlak surette bunun olacağına ve 21. yüzyılda “şaşmaz pörsümez yeni”nin soluğunun vuracağına inanıyorum.. Şuna da inanıyorum ki; bu vasıflara sahip sanatçılar, “bütün fikri” örgüleştiren Büyük Doğu-İbda çizgisinden çıkacak. Çünkü olay bir birikim, bir potansiyel meselesidir. Sanatın tekniği kurslarla öğrenilebilir, ama teknik bilgi sahibi olmak kişiyi sanatçı değil “uygulamacı” yapar. Bir inancın fikrin bünyesinde irfan haline geldiği sanatçı kuşandığı ruhun diyalektiğini eserinden tüttürerek, içten dışa, ruhların ve toplumun yolunu açar ve ışık tutar.
– Sanatta prim kaybetmek, politikanın girizgâhında şaha kalkmak anlamına gelir mi? Çünkü sanatla ilgilenen bazı insanların daha sonra politikacı olduğunu ve bu kulvarda hızla ilerlediklerini gördük…
– Gerçek anlamda sanatçı, sanatının ona getirmiş olduğu ismi, şöhreti politik basamaklarda kullanacak yapıya sahip değildir. Sanatçılık apayrı bir şeydir. Rahmetli hocam Cevat Ülger‘in sağ olup bugünkü nesle, sanatçının, sancılı bir fikir adamının ne olduğunu model olarak gösterebilme şansım olmasını çok isterdim.
– Mevlâna’nın deyimiyle, idrara ayak basan sineğin, bastığı yeri derya sanması misalinden abuk sabuk ‘şey’lere sanat adını veren sanatçı(!)lar var. Bunlara ne dersiniz?
– Bu, sosyete meselesi… Oluşmuş, oluşturulmuş bir sosyetenin kendi içinde zuhur edenleri alkışlama stili… Şebekler ordunun cılız sesi yani.
– Bunu, bilinçaltındaki bozuklukların su yüzüne çıkışı gibi görebilir miyiz?
– Ben, elimdeki malzemeye aklımdan geçenleri söyletirim. Bunun cevabı orada ortaya çıkıyor. İnancı, düşüncesi, karakteri, ruhu ne ise, insanlar bunu ürünlerinde, sanatında aksettirir. Bütün mesele bu… Sanat olup olmadığı tartışılır tabiî…
-Sanat, bir anlamda burjuvanın uğraşısı olmuyor mu? Onlara ait olmuyor mu? Sadece Türkiye’de değil, Fransa’da da durum böyle… Karnını doyurmak için resim çizen Picasso gibi… Yani sanat, aristokrasinin malı mı sizce?
– Sanat, aslında toplumun malıdır. Ama şunu söylemeliyiz ki; İtalya’da şehir devletçiklerinde saraylar, Fransa’da, Osmanlı’da, Emeviler’de, Selçuklular’da saray, sanat, varlıklı kişilerin himayesindedir. Sanatın zirvesi dediğimiz şeyler, bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu, Batı’da da böyle, Doğu’da da… Başka çare yok.
Ahmet Can’ın röportajı
10 Mayıs 2010