Cevat Ülger Vesilesiyle…

Geçtiğimiz günlerde vefat eden, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun kıymet hükmüyle “Üstad” Mimar Turgut Cansever hakkında kaleme almayı planladığımız bir makaleydi aslında bu. Ancak, “mimarî” bahsinde ruh dünyamız bakımından “çığır açıcı” kıymeti takdir edilmesi gereken ve adı sanı “unutturulmaya” yüz tutmuş bir “dev”, bir “dahi” daha vardı ki, öncelikle onu yâdetme ve yetersiz de olsa vefâ gösterme borcu hissettik. Bir başka deyişle, ülkemizde “yeni” bir sanat ve mimarî geleneği tesis edilecekse yahut daha doğru bir ifadeyle, “kadîm” sanat ve mimarî geleneğimize “yeni” bir ruh ve anlayışla ve “yepyeni” bir halka olarak eklenilecekse, bu bahiste mümtaz bir “öncü”yü zikretmekle işe başlamak bize en doğru tutum olarak gözüktü. İşte, ülkemiz sanat ve mimarîsi için değerini ve “kimliğini” kendisinden öğrendiğimiz İBDA Mimarı’nın da hakkında yıllar önce bir eser neşrettiği, mimar, ressam ve karikatürist (ve daha birçok ünvanın da sahibi) Cevat Ülger’le başlamamıza vesile olan keyfiyet bu şekilde.

Cevat Ülger Kimdi?

Cevat Ülger üzerine Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun yazdığı ve 1985 yılında İBDA Yayınları arasından çıkmış “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” adlı nâdide eser dışında, hatırladıklarımız ve rastladıklarımız arasında onun kimliğine dair yapılmış en güzel değerlendirmelerden biri, değerli yazar ve ilim adamı Nabi Avcı’ya âit. 6 Eylül 2002 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde “Şu dünyayı eleklerden geçirsek…” başlıklı güzel makalesinde, şöyle yazıyor Avcı:
 
«Ebedî aleme 25 yıl önce bugün göçen Cevat Ülger, Milli Gazete’de “Karamehmedler” imzasıyla karikatür de çiziyordu. Yukarıdaki karikatür onun çizimlerinden…  
 
“Şu dünyayı eleklerden geçirsek”, memleketin -resmî, özel- bütün okullarını, kolejlerini tarasak, öğrencilerine “Eğer canınız şimdi resim yapmak istemiyorsa Tom Miks, Teksas okuyabilirsiniz” diyecek; onlara Lagarî Hasan Çelebi’den, Hezarfen Ahmed Çelebi’den, Levnî’den, Paul Klee’den, Braque’dan, Kel Aliço’dan, Sezai Karakoç’tan, Mimar Sinan’dan, Sadullah Ağa’dan, Gandhi’den, Kierkegaard’dan, Dokuzuncu Senfoni’den, Balıkesir Pamukçuköy Bengisi’nden ve kimbilir daha nelerden nelerden, hem de onların anlayacağı şekilde, hem de hepsini ağzının içine baktırarak bahsedebilecek bir tane, ilaç için bir tane öğretmen (“ne öğretmeni, muallim!”) bulabilir miyiz?  
 
Tuvalde başladığı “nonfigüratif” macerayı, evindeki dokuma tezgahında halılara, kilimlere taşıyan; ıskarta malzemelerden çocuk oyuncakları yapan; giydiği ceketin, gömleğin, ayakkabının modelini kendisi çizen; bağlama çalan; sadalı bir kubbe görünce aşka gelip gülbank çeken; okula motosikletle gelip giden nalbant bıyıklı bir “resim öğretmeni” bulabilir miyiz?
 
Herhalde bulamayız…  
 
Zaten o zamanlar da, ondan başka bulunamazdı.  
 
Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı da Eskişehir Maarif Koleji’nde böyle bir “öğretmen” olduğunu duyar duymaz kendine yakışan tepkiyi göstermekte gecikmemiş ve bu “imalat hatası”nı derhal öğretmenlikten ihraç etmişti…  
 
O da ne yaptı biliyor musunuz?
 
Gidip DGSA Mimarlık Yüksek Okulu’na kaydoldu ve 1975 yılında “diplomalı mimar çıktı”.

Kırkiki yaşındaydı.  
 
Artık projelerini çizdiği camiler için “imzacı mimar” aramak zorunda kalmayacak, Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği başkan ve idare heyeti azalarına lâleden de alem olabileceğini anlatabilmek için daha az dil dökecek, bazı “na-mütenasib” levhaları ortadan kaldırmak için teatral sakarlıklara müracaat etmeyecekti.  
 
Bu arada Milli Gazete’de de “Karamehmedler” imzasiyle karikatürler çiziyordu.
 
6 Eylül 1977’de Rahmet’e kavuştu…
 
Kırkdört yaşındaydı…
 
Allah gani gani rahmet eylesin.
 
Mekanı cennet olsun.»  
 
Büyük mimarı böyle yâdediyor sevgili Nabi Avcı. Bize de, böyle bir “giriş” vesilesiyle daha iyi anlaşılmasını arzu ettiğimiz, İBDA Mimarı’nın mezkûr eserindeki şu Cevat Ülger portresinin mânâsı üzerinde dikkatle durup düşünmek düşüyor:
 
«Mimarî merkezi etrafında, ressam, karikatürist, Ankara Radyosu Bağlama Takımında çalacak kadar müzik kültürü olan, Klasik müziğimiz ve Batı Klasik müziğinde ergin bir zevk sahibi olarak bana tefekkürde malzeme verecek kadar çarpıcı hükümler sahibi bulunan, çocuk psikolojisini derinden sezen ve kültür emperyalizmi bahsinde hiç kimsenin göremediklerini görüveren, otururken, susarken, konuşurken ve bütün aleladelikler içinde gören göze varlığıyla mesaj veren… Mühendislikten makineye, çocuk oyuncaklarından halı dokumaya kadar geniş ilgi sahası. Fikirde, en kesin hükümleri bile, elinin tersiyle ve çoğu zaman farkında olmadan deviriveren bir mizaç. Ve taşla ahenk kurucu olma sıfatından olsa gerek, ahenk keyfiyetini en çarpıcı bir zevk seviyesinden tadarak bir anda değer biçen… Bu yüzden Divan şiirimizin ustalarından okuduğu şiirlerin nasıl ruhunuza sindiğini, cereyan veriliyormuşcasına duyardınız. Benim şiir kumaşımda müthiş uyarıcı etkisi, onun duyarak bu okuyuşundan olmuştur! Kendi yaşıtlarından başlayarak gelen “çocuk sanatkârlar” keyfiyetinin karikatürize edilişi de, bendeki en büyük etkilerinden! İşte adam, işte adamcıklar! Hele onun dil hassasiyeti…  
 
Ruhumu Necip Fazıl’da bulduysam, “plâstisite” zevkini, heyecanını ve davasını onunla idrak ettim!»

“Ritmin Gücü ve Ritme Davet”

Cevat Ülger’in sanat, sanatlar ve kendi sanatı (başta mimarî ve resim) üzerine yaptığı değerlendirmelerde dikkati çeken başlıca unsurun, ondaki “ritm” tutkusu olduğu söylenebilir. “Ritm”, zaman içindeki “ölçülü” akış ve “âhenkli” hareket mânâlarına gelen bir kavram. İnsan faaliyetlerini sezgi-duygu, düşünce ve iradî davranışlar olarak üç merkezî noktada toplayabildiğimize nazaran, bunların her birinin “zirve” şahsiyetleri olarak, sezgi ve duyguda “sanatkâr”ın olduğu kadar, düşüncede “fikir ve ilim adamı”nın veya iradî davranışlarda “aksiyon kahramanı”nın, yani aslında tüm insanlığın duyduğu “nizam” aşkı, ihtiyacı ve zorunluluğunu da görüyoruz burada. Çünkü “nizam” da, ölçü ve ölçülü hareket demek aynı zamanda.  
 
“Nizam” ve “nizam aşkı”“ölçüsüz-rastgele” davranışlarda bulunmaya değil de, belli bir esasî “ölçü” merkezinde toplanma, düzenlenme ve yayılmaya nişâne bir haslet, hasret, hareket ve biçim ifadesi. “Bir” asılda, merkezde ve kökte toplanıp, kademe kademe ve âhenkli biçimde zamana-mekâna yayılma ifadesi. “İç”le irtibatını kaybetmeksizin, âhenkli ve düzenli biçimde “dış”a açılmanın veya böyle bir düzenli “gel-git” seyrinde hep “iç”te toplanmanın ifadesi. Özetle, nizam ve intizam içindeki “akış” ifade yahut iradesidir “ritm”.  
 
Hemen anlaşılacağı yahut anlaşılması gerektiği üzere, varlık ve oluş kabilinden ne varsa, kâinatın her unsuruna nakşedilmiş kuşatıcı bir “Nizam”ın İNSAN nezdindeki ifadesidir bu aynı zamanda: Tüm yollar O’nun tahtına çıkar, O’nun cezbesine tutulmuşcasına herkes ve her şey O’nu arar, O’na akar. İçimizde duyduğumuz, dışımızda gördüğümüz ve hem içimizde hem dışımızda aradığımız “nizam”, O’na duyduğumuz ihtiyaç ve iştiyakın tercümesi aslında. Allah(sız bile bir “tabiat nizamı”ndan bahsedip, “tabiat kanunları”nı arıyor ya! “Kanun” da ölçü demek oysa. İnsanoğlu, herkes ve her şey için takdir edilen “hüküm” ve “hikmet”in arayışında.  
 
Aynı çizgide, akıp giden zamanın içinden “zamanüstü”ne, gelip geçici olandan “solmaz ve pörsümez olan”a sıçrama ve hep “Mutlak Varlık”la irtibatlı yaşama isteği, bizim “var olma ve var kalma” isteğimizdir. Buysa, duyarken, düşünürken ve iradî davranışlarda bulunurken, kendimizi rastgele akışa bırakmak ve rastgele davranmak yerine, niçin daima “kendimizi aşma” ve bizi aşan bir “ölçü”ye uygun davranma şevk ve zorunluluğu hissettiğimizin cevabını verici. Ancak bizi aşan, bizi kuşatan ve hayatımıza nizam veren esasî bir “ölçü”ye ve bunun kademeleşmesi hâlindeki “ölçüler nizamı”na bağlı yaşadığımızda gerçekten mutlu oluyoruz. Bizi bize gösteren bir “ayna” gibi, herkeste ve her şeyde bu “ölçüler nizamı”nın ifadesini gördüğümüzde gerçekten mutlu oluyoruz. Kısaca ve uzatmadan, herkeste, her şeyde ve her yerde, “nizam” veya “ritm”i arıyor, “nizam” veya “ritm”i özlüyoruz. Mayamız bu, kaderimiz bu, varoluş zevk ve mesuliyetimiz bu. Ve yine “ölçü” mânâsına, “zorunluluk” derken kasdımız hep bu.  
 
Akışta nizam ve intizamsızlıksa bir “ritm bozukluğu”dur ki, sebebini dışarıda aramazdan evvel, kalbdeki “ritm bozukluğu”dur hâlli gereken. “İç”tir dışı tanzim eden ve “dış”tır içe tesir eden. “Nizam”ın olmadığı yerde, “içteki bozulma” dışa yansır, “dıştaki bozulma” daha da ifsad eder içi. Fert veya toplum, ev veya şehir, “kollektif nizamsızlık”…  
 
Demek ki, bizi “ritme davet” edip, bizden “ritmin gücü”nü idrak etmemizi taleb ederken, büyük usta Cevat Ülger’in sanat diliyle terennüm ettiği hakikat, “O’nun nizamına davet” ve “O’nun nizamının kudreti”ni idraktir esasında:
 
«Mimarînin, rengin, biçimin, sesin, edebiyatın “şair”lerini ritme davet ediyorum; ritmin gücüne… Ondan kaçış bize hiç de mühim şeyler kazandırmadı. Ama onunla iç içe olan devirlerin dev şaheserleri ortada. Ritmin sarhoş edici ve kendinden geçirici gücü içinde ortaya koyulacak şiirleri; edebiyatın, musikinin, biçimin, rengin, mimarînin şiirlerini bekliyoruz. Ve, şairleri davet ediyoruz…»

İçimizdeki ve Dışımızdaki Mimarî

“Komple sanatkâr” vasfını hâiz Cevat Ülger’in, sanatların tümünü “muhtelif malzeme ile yapılan biçimlerin şiiri” olarak nitelendirmesi çok çarpıcı ve son haddiyle ufuk açıcı. İBDA Mimarı’nın kaleme aldığı “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” adlı eserde, şöyle sesleniyor büyük mimar:
 
«Sanatlarda birçok hareket noktaları olmakla beraber, asıl çıkışın ve hakimiyetin “estetik” olduğu besbellidir. Ve sanatların, güzelliğin ve estetiğin özü, acaba şiir midir? Resim, renk ve biçimlerin; heykel, madde ile biçimin; mimarî, mekânların şiiri… Ve hatta şiir, kelimelerin, şiirin şiiri mi? Bu mevzular alabildiğine açık… Biz de ne söylesek, hangisini kabul etsek olacaktır. Ve herhalde yukarıda şübheli bıraktığımız cümle, hakikate çok yakındır. Sanat, muhtelif malzeme ile yapılan biçimlerin şiiri olabilir.»  
 
Şiirin “öncü” bir “sanat dalı” olmasının yanı sıra, asıl müşahhaslardan mücerrede yükseltici, âlemdeki “çokluk” prangalarından kurtarıp “birlik” katına uçurucu ve mücerredin baş döndürücü zirvelerinin soluğunu ruhumuza doldurucu bir “idrak biçimi” de olduğu, yani bilinmezi kendi tarzıyla bildirici ve görünmezi kendi tarzıyla hissettirici bir “şiir idraki” yahut “zevken idrak” keyfiyetinin de ismi olduğu hatırda tutularak, “sanatların şiir merkezli birliği” bahsinde, işte Şair Mirzabeyoğlu’nun hükmü; “Şiir ve Sanat Hikemiyatı” adlı eserinden:
 
«Şiir dili… Güzel sanatlar, renk, ses, söz, hacim, buud, pırıltı ifadesi halinde her tecellisiyle şiirdir; ve şiir, Allah’ı arama gayesi peşinde bir iç âlem düzeni, kendisini temin eden unsur ve vasıfların kıvam noktasında “vukubulmuş” bir dildir!» 
 
Böylelikle, içimizdeki ve dışımızdaki mimarîyi nasıl temin edebileceğimizin, içimizi ve dışımızı nasıl mâmur edebileceğimizin yolu da aydınlanıyor: 
 
Herkeste, her şeyde ve her yerde yolları O’na çıkarıcı, her şeyiyle O’na bağlı ve her şeyi O’na bağlayıcı bir “şiir idraki”yle âlemşumûl bir “nizam” mimarîsini, tek bir unsuru hariçte bırakmayıcı bir “fert ve toplum nizamı”nı temin… Öyle bir “nizam” olacaktır ki bu, “birbirini birbirine gösterici sonsuz sayıda ayna” misâli, hem kendi içinde hem çevresindekilerle birlikte, herkes ve her şey “aynı” birlik ve bütünlükte eriyecek; yapılan her iş “şiir”, yapan herkes “şair” olarak, “aynı” merkezî “ölçü”nün yolverdiği “ölçüler manzûmesi” altında kaynaşıp kenetlenecektir. “Bir” kökte toplu gövde, dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler misâli…  
 
Ne var ki, yüzyıllardır mahrumuz bu âlemşumûl “şiir”den, bu “şiir idraki”nden, “mücessem şiir” hâlindeki âhenkli cemiyetten ve içli dışlı “şiir mimarîsi”nden. İç dünyamızın ritmi, dış dünyamızın şekli bozuk; ne evimizde, ne işimizde, ne okulumuzda, ne toplumumuzda ve tabiî ne de dünyamızda bir âhenk, bir huzur, bir nizam ve intizam var. Evde oturan kadar, evin bizzat kendisi biçimsiz. “Ev” güzel olsa, asıl “şehir” biçimsiz. “Çevre” desen, bir çöplük. Amerika’da yapılan ilmî bir araştırma, “çevre”nin kirli, binaların biçimsiz ve “çevre sâkinleri”nin ölçü tanımaz olduğu bir yerde, her türlü suç ve nizamsızlığın bulaşıcı bir hastalık gibi sirayet ettiğini ispatlıyor. İçli dışlı yaygın ve salgın “nizamsızlık” ki, işte insanımızın, toplumumuzun, çağımızın ürkütücü fotoğrafı.  
 
Şu hâlde gereken belli: İnsanlığı, “öncü ve kurucu” şairlerin izinde, yaradılış gayesine ve yaratıcısının kudretine, şiire ve şiirin gücüne, ritme ve ritmin gücüne davet ederek, her bir ferdi kendi işinin ritmini tutturmuş, kendi işinin “bütün”le âhengini kurmuş birer “şair-sanatkâr” kılmak. Burada “mimarî”, iç ve dışı aynı “bütün”de kaynaştırıcı, birbirinin aynı ve birbirini tamamlayıcı kılıcı bir “sembol”dür ki, için dışı tanzimi ve dışın içe tesiriyle, maddî manevî tüm iş, oluş, eser ve verim şubelerini kuşatıcı bir “remz”dir nazarımızda. İdealimiz, tek bir ferdin kalbinden dünya insanlığının ruhuna, evimizin mimarîsinden şehrimizin cadde ve binalarına, şehrin altyapısından yeryüzünün tüm bir müşahhas dokusuna uzanan bir “cihan nizamı”dır; “yeni dünya mimarîsi” veya “yeni dünya düzeni”dir.  
 
“Büyük Doğu – İBDA ideolocyası” dediğimiz, zaten başka nedir; İBDA Mimarı’nın ifadesiyle:

“Ferdin ve toplumun inşaındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi.”  
 
Tam bu noktada ritmin bizce asıl mânâsı billurlaşıyor ki, bir şeyin yeniden “inşaı”, hiçbir ölçü endaze tanımaz bir “yenilik garabeti” değil, bizi “biz” yapan “belli ölçü ve kalıblar”ın, zamanın “akış”ı içinde, yeni zaman-mekan şartları dikkate alınarak, hâlihazırdaki imkanlar kullanılarak, yeni biçimlere ruhen sindirilmesi, aynada “kendimizi tanıyacağımız tarzda” şeklen hatırlatılması ve ruhsuz bir kabuğun tekrarı değil de, canlı bir bünyenin yaşatılması meâlince geleceğe taşınmasıdır.

Şekil itibariyle hiç kimse, ebediyen “gençliğindeki” insan olarak kalamaz. Buna rağmen, gençlik hâlini bildiğimiz bir insanı, en olgun çağında dahi “ilk bakışta” tanırız, o da aynada “hemen” tanır kendini. Öyleyse bize, baktığımızda “kendimizi tanıyamadığımız”, yüzyıllardır fecaatini yaşadığımız ve bizi bize “yabancılaştıran” kirli, puslu ve kırık aynalar değil, ruhta ve maddede, evde ve sokakta, her fertte ve her yerde, bizi en yeni hâlimizle bize gösteren berrak ve muntazam aynalar lâzım, böyle bir mimarî ve böylesi mimarlar lâzım. Büyük mimar Cevat Ülger’in, kendi uzmanlık sahasında çok sayıda eserle isbatçısı olduğu gibi:
 
“Bin yıldan fazla tarihî tekâmülünü çok iyi bilen, bununla beraber dünya mimarîsinin bugünkü durumunu, hatta yarın alabileceği şekli çok iyi bilen, modern betonarmeyi ve bütün inşaat tekniklerini çok iyi bilen, tarihî Müslüman Anadolu mimarî unsurlarını devrin tekniği ile birleştirecek, idealist, kabiliyetli mimarlar…” 
 
“Yapmalı, etmeli” tarzında bir ömür aynı yerde dönüp duran kifâyetsizlerden olmayan ve rüyasını “60’tan fazla” esere nakşeden Cevat Ülger’in mimarî geleneğimizdeki “öncü” mevkii, “Türk Mimarîsi” mevzulu akademik bir metinde şöyle zikrediliyor: 
 
«Mimar Cevat Ülger ise projelerini her yönüyle klasik özelliklere sahip olarak hazırladığı Kayseri’de Bürüngüz, Eskişehir’de Reşadiye ve Tepebaşı camileriyle İstanbul’daki Küçüksu camilerinde aynı zamanda ananevî – geleneksel inşa tekniklerini kullanmış, detaylarda ise sağlamlık ve ekonomik olma gibi özellikleri sebebiyle çağdaş malzeme ve tekniklerden de faydalanmıştır.»
Ruhu şâd olsun.

Hayreddin Soykan
Aylık Dergisi, Nisan 2009

Posted in Hakkında Yazılanlar, Haberler ve Söylenenler
Yorum Yaz