Ekonomi; bir kültürün, bir medeniyetin, değerlerinin ekonomik hayata yansımasıdır. Gerçekten kültürsüz bir ekonominin olması mümkün değildir. Kültür ekonomiyi de yönlendirerek dünyayı şekillendirmenin en güçlü aracı haline geliyor.
Bir lokma ye bin lokma üret
Maltepe Üniversitesi’nde İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nin dekanlığını yapan, aynı zamanda Yeni Şafak’ta köşe yazarı olan Prof. Ersin Nazif Gürdoğan, makine mühendisliği alanında eğitim görmüş, fakat zamanla kendi deyimiyle mühendislik eğitiminin çok da önemli olmadığını görerek ve biraz da kuru bularak işletme ve ekonomi alanına yönelmiş. Ayrıca bir de edebiyat macerası var Gürdoğan’ın. Edebiyatımızda “Yedi Güzel Adam”dan biri olarak tanınıyor. Batı’nın ürünü olduğu düşünülerek ötelendiği bir dönemde romana sahip çıkan Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Fethi Gemuhluoğlu’nun yönlendirmeleri sayesinde Dostoyevski ve Tolstoy onun yazarları olmuş. Nazif Gürdoğan hocamızla konuşurken coşkusu ve pozitif yapısı bana da yansıdı. Sanki güzelliği anlatmaktan hiç bıkmıyordu. Köşesinde gündeme ve zamana direnen yazılar yazmaya çalıştığını söyleyen Gürdoğan, üslup olarak sadelik ve yalınlıktan yana. “Yalınlıkta derinlik vardır” diyor. Aslında Gürdoğan’ın söylediği şey de temelde bu; yalın ve sade yaşamak. Geçtiğimiz haftalarda görüştüğüm Süleyman Seyfi Öğün sermaye ve siyaset dışında bir üçüncü yol önerisinde bulunuyor, iktidar ve kapitalizmle hesaplaşmanın gerekliliğine dikkat çekiyordu. Nazif Gürdoğan da böyle bir hesaplaşmanın gerekliliğine inanıyor ama Asr-ı Saadet’e atıfta bulunarak, sermayenin tam da içinden bir hayat telakkisi kuruyor.
Seküler kültür dünyaya savaş ve yıkımdan başka bir şey vermemiştir derken bir yandan da küreselleşme bütün ülkeleri, siyasal sorunlarını savaş alanlarından daha çok barış masalarında çözmeye zorluyor diyorsunuz.
Küreselleşme de seküler kültürün ürünü değil mi?
Orada paradoksal bir durum varmış gibi görünüyor ama değil. Seküler kültür insanın Allah’la olan bağlarını koparması diyebiliriz. Seküler kültür aklın dışında kaynak kabul etmediği için, “Allah yoksa her şey mübahtır” dediği için, daha çok kazanmak için her şeyi meşru görür. Buna karşılık bizim kültürümüz “Allah var ve her şey onun belirlediği ilkeler içinde olmalıdır” der. Biz Mevlana’nın pergel metaforu gibi küreselleşen dünyada, duvarların kapıların ortadan kalktığı dünyada, global bir vizyonla hareket etmeliyiz.
KÜRESEL DÜŞÜNMEK GEREK
Global vizyon?
Kendiniz olmak, kendi değerlerinizi içselleştirerek bütün dünya ile rekabet etmesini öğrenmek. Sabit ayağınızı kendi değerlerinize kültürüne tutarak, değişken ayağınızla da bütün dünyayı dolaşmaktır “global vizyon”. Yeni dünya ordularla değil, kültürel değerlerle, girişimcilerle fethedilen bir dünya. Kültür, ekonomiyi de yönlendirerek dünyayı şekillendirmenin en güçlü aracı haline geliyor. Bunun için de küresel düşünmek gerekir. Sınırların olmadığı bir dünya var. Edebiyat da, kültür de, ekonomi de, politika da bu dünyaya uyarlanmak için yeniden kendisini yapılandırmalıdır.
TÜKETİYORSAM VARIM
Tüketim çılgınlığının tedavi reçetesi nedir?
Günümüzde gerçekten çok gösterişe ve tüketime dönük bir kültür var. Bu kültürün merkezi Amerika. Amerika tüketim kültürünü Hollywood ve Disneyland aracılığıyla bütün dünyaya ihraç etti. Kullan-at kültürü oluşturdu. Bir şeyi kullanıp atmayınca modern sayılmazsınız. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyen bir kültür. Buna karşı bizim elimizdeki en güçlü silah tasavvuf kültürüdür. Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın, Yunus’un, Hacı Bayram’ın yoğurduğu bir kültür. Burada önemli olan gözün doyurulmasıdır. Güzelliğin büyütülmesidir. Tüketimin bütün dünyayı sel suyu gibi sardığı bir dönemde insanın iç dünyasını zenginleştirip, gözünü doyurmaktır.
Yani bir lokma bir hırka yaşamak mı?
Hep eleştirilir. Bu anlayışın bizim insanımızı atalete yönelttiği iddia edilir. Oysa burada önemli olan basit ve yalın yaşamaktır. Tasavvuf yalın yaşama, sevgiyle silahlanma ustalığıdır. Tüketirken bir hırka bir lokma, üretirken de bin lokma bin hırka üretmektir. İhtiyacı olana verme kültürüdür. Veren el kültürüdür. “Yalın yaşıyoruz öyleyse varım” demeliyiz. Bunun kaynağı da tasavvuftur.
Bin lokma bin hırka nasıl üreteceğiz?
Cumhuriyet döneminin en büyük yanılgılarından biri “Batılılar gibi tüketirsek onların tüketim kalıplarını benimsersek, onların ekonomik gücüne de ulaşırız” diye düşünülmesidir. Batı’nın tüketim kültürü olduğu gibi transfer edilmiştir. Ama başörtüsünü atmakla, kravat takıp takım elbise giymekle bir toplum Almanya’nın, Fransa’nın ekonomik gücüne ulaşmaz. Oysa onlar gibi üretmesini öğrenseydik, tarımı, hayvancılığı onlar gibi modernize edebilseydik, endüstriyel üretime geçebilseydik şimdi farklı bir konumda olurduk. Batı’nın üretim yöntemlerini üretim kalıplarını transfer ederek başarılı bir şekilde uygulayarak hem ekonomik gücü, hem de kültürel gücü geliştirmek mümkündür.
MODA TUZAĞINA DÜŞMEYELİM
Günümüzün “bir lokma bir hırka”sı bir eve ve işe mi denk geliyor?
O şekilde kategorize etmek istemiyorum ama orada ölçü yalınlık. Gösterişe kapılmamak, basit yaşamayı bilmek. Önemli olan ihtiyaçların karşılanmasıysa size bir iki takım elbise yeter, ama hedef modaya göre giyinmekse 1000 takım elbise de yetmez 100 tane ayakkabı da yetmez. Bu tuzağa düşmemek lazım. Tükettikleriyle insanın değeri ölçülüyor. “Arabandan güzel olmazsın” deniliyor, “Evin ne kadar büyükse sen de o kadar büyüksün” deniyor. Bu yargıları tersine çevirmeliyiz.
Müslümanlar da aynı düşünceyle mi hareket ediyor?
Kesinlikle, son dönemde bunu çok net şekilde görüyoruz. İnsanlar biraz para kazanınca ilk işleri cip almak, tripleks villalar almak oluyor. Araba modelleri sürekli değişiyor. Akdeniz’de, Karadeniz’de yetmiyor Paris’te, Londra’da yazlık evler alınıyor. Sonu gelmez bir tüketim çılgınlığı başlıyor. Bu tuzağa düşmemek lazım. Gerçek cihad cephede olan değil insanın kendisiyle olan cihadıdır.
YOKSULLUK ERDEM DEĞİL
Girişimciliğe çok önem veriyorsunuz. Sizce nedir girişimcilik?
Girişimcilik veren el olma sanatıdır. İslam tarihine baktığımızda girişimcilere en güzel örnek olarak Abdurrahman bin Avf’ı verebiliriz. Hicrette Mekkeliler Hz. Peygamber’e gitmişler. “Zor durumdayız, bize ne tavsiye edersiniz” demişler. Peygamber Efendimiz bunun üzerine Mekke ve Medinelileri bir araya getirmiş. “Mekkeliler birikimini, Medineliler de mallarını ortaya koyacak, birlikte çalışacaksınız. Bu bir kardeşlik ortaklığı olacak, kârı paylaşacaksınız” demiş. Abdurrahman bin Avf’ın da payına çok zengin bir Medineli sahabi düşmüş. “Malımın yarısı senin” demiş. Abdurrahman Avf “Ben senden hiçbir şey istemiyorum. Bana sadece çarşının yolunu göster” demiş. İşte girişimcilik çarşının yolunu öğrenmektir. Girişimcilik sermaye işi değil, bir risk alma işi, yenilik yapma işi, uzağı görme işi. Abdurrahman bin Avf da çarşının yolunu öğrenerek Medine’nin en büyük zenginlerinden olmuş. 6 defa servetini bağışlamış ve cennetle müjdelenen sahabilerden.
İslam zenginliğe olumsuz bir anlam yüklemiyor o halde?
Bizim kültürümüzde yoksul gibi yaşamak bir erdem fakat yoksulluk bir erdem değil. Yoksullukla savaşmak herkesin görevi. Bir ülkede konut ihtiyacı çözülmezse sosyal patlamaların önüne geçemezsiniz. Bir ülkede açlık problemini çözemezseniz krizlerin önüne geçemezsiniz. Açlık problemini çözmek bütün insanların sorumluluğu. Dünyada açlıktan biri ölüyorsa neredeyse bütün dünya katil oluyor demektir. Bugüne kadar ticaret hafife alınmış. Halbuki Hz. Muhammed, Hz. Hatice, İmam-ı Azam ticaretle uğraşmış. Müslümanlık yalın ayaklılık değil. Dünyada öyle bir anlayış var. Müslümanlar ekonomiden, ticaretten anlamazlar, hayatın dışında insanlar gibi sanki. Oysa tam tersi. İslam dünyayı bir bütün olarak görüyor. Ahiret, dünyayı içinde meyvanın çekirdeğini içinde taşıdığı gibi taşıyor. İslam diğer medeniyetlerden farklı, ahiret ve dünyayı bir bütün olarak taşıyor. Hiçbir dünyevi kazanım yok ki onda ahirete dönük bir kazanım olmasın, hiçbir ahirete yönelik kazanım yok ki onun dünyevi bir boyutu olmasın.
Dünyayı veren el olursak değiştiririz
Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinde olduğu gibi, kimsenin burnunu kanatmadan dünyayı değiştirmemiz gerekir diyorsunuz. Bu nasıl olacak?
Peygamber Efendimiz’in Mekke’yi kimsenin burnunu kanatmadan fethettiği gibi, böyle kansız, savaşsız fetihler olmalıdır. Bu değişimin sağlanması için insanın ruhunun gönlünün eğitilmesi önem kazanıyor. İç dünyanın zenginleştirilmesi borsa endeksleri, döviz kurları ile değil, şiirle, sanatla, edebiyatla kültürle olur. İç dünyasını zenginleştirenler dış dünyalarını zenginleştirirler. İç dünyaları ile savaş halinde olanlar kendileriyle çatışanlar çevreleriyle de çatışırlar. Bu zenginliğe ulaşmanın yolu veren el olmaktan, kendisi için istediğini başkası için istemekten geçiyor.
Veren el konumuna geçtiğimizde ne değişir?
Dünyanın her şeyi değişir. Ekonomik yapı, kültürel yapı, siyasal yapı değişir. Dünyada iktidar olma daha fazla kazanma savaşı var. İnsanın doğası öyle. Dolayısıyla insanın gözünün doyurulması önemli. Veren el olunca gözünüz doyuyor, karnınız doyuyor ve başkalarının karnını doyurmayı da bir görev diye düşünüyorsunuz. Önemli olan bütün insanların temel ihtiyaçlarını karşılayacak ekonomik düzeni oluşturabilmek. Herkesin konut ihtiyacını karşılamak, herkesin karnını doyurmak, herkese aş ve iş sağlamak önemlidir ama herkese araba, uçak, triplex villalar sağlamaya kalkarsak dünyanın kaynakları yetmez. Dünyanın kaynakları bütün insanların karınlarını doyurmaya yeter ama gözlerini doyurmaya yetmez.
İSTANBUL’DA VAR OLMAK İÇİN DÜNYADA VAR OLMALISINIZ
“Dünyayı bir bütün olarak, bir mescid olarak görmemiz gerekir” diyorsunuz. Hangi bağlamda?
Küreselleşme bağlamında söylüyorum. Yeryüzü size mescid kılındı diye ayet var. Dünyayı bir bütün olarak görmemiz, coğrafya bağımlılığından kurtulmamız lazım. İlk Müslümanlar “Biz Mekke ve Medine’de doğduk. Buranın dışında ölmeyiz” deselerdi. İslam; ne Anadolu’ya gelirdi, ne İspanya’ya giderdi. Mekke ve Medine’de kalırdı. Onlar dünyayı bir bütün olarak görmüşler ve hem dünyayı değiştirip dönüştürmüşler, hem de İslam’ı bütün dünyaya taşımışlar. Türkiye’de bir kurum İstanbul’da var olmak istiyorsa bütün dünyada var olmalıdır. Küreselleşme başka yerde şubesi yok anlayışını ortadan kaldırdı. Başka yerde şubemiz yok derseniz Amerikalılar “Bizim her yerde şubemiz var” deyip sizin kahvenizi burada size, sizin köftenizi de hamburgerin içine koyup size pazarlıyorlar. Siz kültürünüzü dünyaya taşımazsanız dünya kültürünü size kabul ettirir.
YEDİ GÜZEL ADAMDAN BİRİ
İnsanları doğdukları yer etkiler. Eskişehir sizi nasıl etkiledi?
Eskişehir Orta Anadolu şehirlerinden biridir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş bölgesi diye bakabiliriz. Eskişehir deyince akla Yunus Emre, Seyit Gazi, Nasreddin Hoca gelir. Kültürümüzün bu 3 ana noktası Eskişehir kaynaklıdır. Ben lise bitene kadar Eskişehir’de bu kültürde büyüdüm.
Eskişehir’deki entelektüel çevreyle tanışmış mıydınız?
Cevat Ülger Hoca Eskişehir’deydi. Öğrencisi olmuştum lisede. Deneme Dergisi Nabi Avcı, Ahmet Kot, Atasoy Müftüoğlu gibi arkadaşlarımızın öncülüğünde Eskişehir’de çıkmaya başladı.
O dönem kendinize meslek olarak mühendisliği seçmenizin özel bir nedeni var mı?
68 kuşağındanım ben. Bizim lise yıllarımızda hem okul hem aile çevresinde mühendislik çok önemsenirdi. Bizim kuşak mühendis olmaya yönlendirildi. Çünkü Türkiye toplu iğne bile üretemeyen bir ülke olarak anlatılırdı her yerde. Bu yüzden de, üretimin öncüleri olmak gerekir, bu öncüler de mühendislerdi.
Edebiyatla ne zaman kesişti yolunuz?
O zaman Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışıyordum. Çok farklı bir kurumdu. Özal müsteşardı. Çok renkli bir bürokrat kadrosu vardı ki belki onlara “girişimci bürokrat – girokrat” demek gerekir. Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt ve Akif İnan’ı tanıdım Planlama yıllarında. Edebiyatla dostluğum da böyle başladı. Nuri Pakdil çok önemserdi roman okumayı. İlk karşılaştığımızda “Roman okur musunuz” diye sormuştu. “Biz roman okumayanın düşmanıyız” demişti. “Dostoyevski okumayana ehliyet bile verilmemeli” derdi. Gerçekten roman hayatı bütünüyle kucaklayan edebiyat türlerinin başında geliyor.
Bu çevre Mavera’yı nasıl doğurdu?
Edebiyat Dergisi, Diriliş, Büyük Doğu dergileri yayınlarına ara verince Mavera’yı yayınlama kararı alındı. O yıllarda Ankara’daydık. Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Hasan Seyit, Erdem Beyazıt, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu. İlk sayısı 1976’nın son ayında çıktı. Edebiyatsız bir medeniyetin, medeniyetsiz bir edebiyatın olmayacağını düşünerek Mavera’yı çıkarmaya başladık.
Türkiye’nin edebiyat dünyasını edebiyat dergilerinin oluşturduğu düşüncesine katılıyor musunuz?
20. yüzyıla edebiyatçılar şairler yüzyılı diyebiliriz. Siyasal kültürel yapılanmamızda onlar etkili olmuştur. Türkiye bir dönem çok büyük bir kültür değişimi yaşamış. Bütün kurum kuruluşlarını Batı’dan ithal etmiş. Kendi değerlerini reddetmiş. Böyle bir ortamda kurtuluşun Batı’da değil, kendi medeniyetimizde olduğunu vurgulamak, edebiyatı, sanatı, şiiri iman için bilmek gibi bir strateji uyguladık. Bu dergiler bu bakışla oluştu.
“Yedi Güzel Adam” ismi Cahit Zarifoğlu’ndan yadigar değil mi?
Cahit Zarifoğlu’nun kitabına atfen öyle isimlendirildi Mavera Dergisi’nin kurucuları.
Böyle anılmak çok güzel olsa gerek…
Evet “Yedi Güzel Adam”dan biri olmak önemli. Bizim kültürümüz güzelliğin kültürü gerçekten. Ümit Sinan’ın çok güzel bir ilahisi vardır, çok güzel anlatır bizim toplumumuzu. “Gül alırlar, gül satarlar /Gülden terazi tutarlar / Gülü gülle tartarlar / Çarşı pazar güldür gül” diyor. Biz de Mavera Dergisi olarak bunu esas aldık. Dürüstlüğün alınıp satıldığı, güzelliğin alınıp satıldığı bir edebiyat ortamı oluşturmaya çalıştık.
Emeti Saruhan