Kültür ve medeniyetler insanların kendilerini tanımlamak, içinde bulunduğu toplumu düzene sokmak, ona nizam vermek adına doğduğu gibi; onları oluşturan topluluklar, yaşanılan zamana kendi damgasını vurup, ona dair ölçüler sunarak insanları tesir altına almayı hedeflemektedir. Kendi duygu ve düşüncesine uygun olan gruba dahil olan her fert sirayet edilen mevkiine geçmektedir. İçtimai bir yapı oluşturmaya çabalayan insanı ilim – sanat – din gibi üç unsur yönlendirir. Bunlar arasında en güçlüsü muhakkak ki, din olmalıdır. Ancak materyalist görüşlerin yoğunluğu malum. İlim’i tek dayanak olarak görenlerin aklı putlaştıran sayılarının oldukça fazla olmasına mukabil, maddeyi ruhun emrinde bilen ve buna göre faaliyetlerini yönlendirenlerin sayısı da az değil. BD Mimarının “O’nun olmadığı yerde bizce, bütün kemiyet ve keyfiyet planlarıyla insan ve insan hayatı nâmevcuttur.”(1) şeklinde işaretlediği ruhçuluk temel prensiplerimizin başında gelir.
İlim kurallarla kaidelerle, müşahhas veriler iş yapar. Bu yüzden mücerret peşinde koşan, kendini aramaya yönelen eşyanın zincirlerini kırıp, hür olmak, mânâ deryasına çılgınca dalmak isteyen biri için pek doyurucu olmaz. Aklı müşahhas olanla yetinip, idrakimizi otomatlaştırır. İnsan Allah’ın halifesi olmanın verdiği şuurla ve memuriyeti icabınca orijinal olana, mücerrede, yeniye, güzele yönelme arzusu ile yanıp tutuşur. Bu hâli yaşayan insan hür olmaya doğru yol alır. Ancak günümüzde de hemen her alanda olduğu gibi, sanat faaliyetlerinde de esaret zincirinin, elleri dilleri, gönülleri sardığı, ruhi sancılar çekilmediği görülmektedir.
Bu yüzden sanat olarak sunulanlar ruhî ihtiyaca cevap vermekten, estetik hazza vesile olmaktan ziyade kuru keyif ve faydacı anlayışa göre tertiplenmektedir. İlmî, mantıkî değerler ön plana çıkarılmaktadır. Örümceğin ağını örmesi, arının peteği işlemesi misâli yapılanlar otomatlaşmış bir düzen içerisinde sanat idrakinden mahrum olarak ortaya çıkmaktadır.
İnsanlık bilerek, yahut bilmeyerek yaptığı her işte her faaliyette (bunlar menfi işler olabilir) ters tarafından bile olsa Allah’ı (c.c) aramaktadır. İnsan Allah’ın halifesi makamındadır ve “O’nun emanetini yerine koyma mesuliyeti ancak Ruhtan” gelir. İnsan madde ve mânâ arasında koşturur. Sanat; “Zeka ve hayatın, kendilerini bağlayan eşyanın iplerini gevşetme ve kırma gayreti içindeki isyan çığlığıdır.” Diyor. S.Ahmet Arvasi ve ekiliyor: “Eşyaya bağlı aklî zincirleri kırmaya çalışırken duyulan haz estetik hazz’ın ifadesidir.”(2) İnsan ürettiği eserde, yaptığı işte faaliyette bu hazza ererek yahut ondan kıvılcımlar hissederek, bir bakıma sanatçı mizacından pay aldığını ruhî bir çaba içerisinde bulunduğunu gösteriri.
Sanat eserleri taklit ve kopyadan uzak orijinal olduğu sürece şahsiyet bulur. Medeniyetler kültürler sanat telakkileri ile de birbirlerinden ayrılırlar. Sanat eserlerinin mahiyeti, özellikleri ait olduğu kültürü yansıtır. Sanatçı toplumun ve kendisinin şahsiyetini, haysiyetini korumakla mükelleftir. Eser fışkırdığı cemiyetin şuur seviyesini, ruhî ve içtimaî yapısını ele verir.
“Fildişi kaldırımlar-fildişi sokaklar…” Üstad’ın rüyası ve aynı zamanda bizlere ideal olarak aşıladığı cemiyet tablosu… Bu tabloyu her an canlı tutmak, tozlu raflara kaldırmamak boynumuzun borcu. İnsan olmak, insanca yaşmak isteyen herkesin sahiplenmesi gereken bir dava bu.
“Fildişi kaldırımlarda, fildişi sokaklarda giden, hiç birbirine çarpmayan, her biri birbirinin emrinde ve Allah korkusu altında, her biri bugün ölecekmiş gibi iki büklüm ve yine her biri hiç ölmeyecekmiş gibi dimdik insanların cemiyetini kurmak!..”(3)
Eşyaya esir olup mekanik bir hayat yaşamak yerine esaret zincirini koparmak için uğraşan, hürriyete koşan savaşçı, sanatçı, aksiyoncu bir kadroyuz biz. BD Mimarı’nın hayalinde yaşattığı, idealleştirdiği bu tablo İBDA’nın fikir ve sanat ehli tarafından dünyanın her köşesinde ince ince nakışlanacaktır.
Olması ve yapılması gerekenlerden, yaşadığımız hâle sıçrama yaparak esas mevzuumuz üzerinde derinleşmeye çalışalım. Mevzuumuz; mimârî ve ev tefrişi üzerine…
“Mimârî; hayatla en bağlı bir sanat dalıdır. Yatak odası, helâ, hamam vs.” “Mimârîyi takip etmek, bir bakıma cemiyeti sosyopsikoloji ile değişimlerini takip etmek oluyor.”(4) Mimârî güzel sanatlar kategorisinde yer alan bir sanat alanıdır. Ev dekorasyonu bu dalın hasrı içerisinde düşünmek gerekir. Bu minvalden baktığımızda şehirleşme, mobilya dekorasyonu, sokak ve ev düzenlemelerimiz, şekillerimiz, estetik seviyemizi, zevkimizi, kültürel yanımızı ele verir.
“Bir evi tefriş etmekle bir ruhu döşemek arasında yakın münasebetler bulunduğuna inanlardanız. Baştan başa çıkartma kağıtlarıyla döşeli ruhumuzun bu hâlini ifşâya sadece (ev ve kadın) köşeleriyle (modern) evlerimizin tefrişi tarzı kâfidir.”(5)
Evlerimiz, insanın kedisini en rahat hissettiği, içerisine girince huzur, sıcaklık, sevgi bulduğu hânesi. İnsanın ruhunu yansıtan aynası bir nevi. Günümüz şartlarındaki ev hayatına dair incelemelerde bulunduğumuz vakit bu halin menfi yönden de olsa doğrulandığını görüyoruz. Evlerin dizaynındaki yoğunluk, soğukluk insanların ruh hâlini yansıtıyor. Gittikçe küçülen (kibrit kutusu hâlini alan) evlerin, daralan odaların aksine artan mobilya sayılarını görünce, “nerede eski hoş ve ferah evler” demiyor değiliz hani. Büyük ve tek bir pencere yerine, hemen her duvarda bulunan küçük oyuklar sayesinde hava ve güneş alımının ön planda tutulduğu, üç dört ailenin beraberce barınabildiği yeni ekler yapılması gerekliliği hasıl olunca evlerin mimârî yapısının, estetiğinin menfi şekilde etkilenmediği gibi haller hatırlanınca “nerede o eski evler?” denir elbet. Bunların yanı sıra çevre paylarının bolluğu sayesinde (şimdikilerin aksine) başka bir evin güneş alma hakkının gasp edilmediği, mahremiyetinin ezilmediği gibi haller ile, çocukların oynayabileceği, bitki yetiştirebilecek alanları da göz ardı etmemek gerekir. Evin içindeki ferahlık, hoşluk dışarıya da sirayet etmiştir. Ayrıca bu durum şehir estetiğine müsbet katkı sağlamaktadır. Bir ülkenin mimârî şekli, şehirleşme hali, yapılaşması ülkenin estetik idrakini, fikri kültürel yapısını, medeniyet seviyesini ele verir.
Tanzimat öncesinde ev yerleşiminde sedirlerin kilimlerin daha yaygın olduğu görülmektedir. Şimdikilerde ise evlerin bazı köşelerinde aksesuar nevinden bu eşyalara rastlamaktayız. Adına da Şark köşesi dediğimize göre, evlerimizi Batı hayranlığıyla, Avrupai bir taklitçilikle döşediğimizi kabul ediyoruzdur. “Bütün değerlilerin, değersizlerle değiştirilme çığırı” olan Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan ruhî sarsıntı evleri de sarmış. Ruhsuz, zevksiz bir dekorasyon ile taklit ettiğini tam olarak bünyesine sindiremeyen maymunvâri bir Avrupalılaşma hastalığı baş göstermiştir. Oturmanın, kalkmanın, konuşmanın velhasıl insan ilişkileri kurala, kaideye bağlayıcı, rayına oturtucu muaşeret adabının bozulmasını hızlandırmıştır bu durum. Şimdilerin birbirine yapışık gecekonduları, bir köy halkı kadar insanı içinde barındıran, ancak kimsenin birbirini tanımadığı apartmanlarıyla, yağmur yağdığında şu basan evleri, çamurdan girilmeyen sokakları hatırladığımız vakit nasıl çarpık bir düzen içince yaşadığımız anlaşılır olsa gerek.
Tabii bir de her köşe başına dikilen betonarme, özensiz şekilleriyle camileri unutmamak gerek. Camilerimiz bizi diğer milletlerden ayıran dinî, kültürel, tarihî simgelerimizdir. Ne yazık ki, geçmişteki Süleymaniye, Sultanahmet, Selimiye gibi camilerin yenileri inşa edilememektedir. “Camilerinizi sade, evlerinizi ziynetli bina ediniz.” Bu bir hadis mealidir. Maalesef bizler bunun tam tersini uygulamaktayız. İnsanlar baraka tipi virane meskenlerde hayat mücadelesini verirken camilere gerektiğinden fazla bütçe ayrılmaktadır. Oysa ki, camiler insanların Allah’ı hatırladıkları, ona kulluk borçlarını yerine getirdikleri mekanlardır. İnsanı bu ibadet zevkinden alıkoyacak her türlü abartı süsleme gayretleri “İsraf haramdır” ölçüsüne de zıd düşmektedir. Dinimizin baş ölçüsüdür israftan kaçınmak. Ancak israftan kaçınmak bir yana yapılması gerekli olan unsurlar göz ardı edilip lüzumu olmayan bir çok unsura haddinden fazla ehemmiyet gösterilmektedir. (Hoparlör, kubbe, aydınlatma vs.) İbda Mimarının “Gören göz hakkıyla, doğrudan kavranamayanı gören gerçek sanatkar” şeklinde ifadelendirdiği Mimar Cevat Ülger (Karamehmedler)den edindiğimiz bilgiler ışığında işin teknik kısmına temas etmeye çalışalım.
Camilerin beton duvarlara ince olarak örülmesi pencerelerin büyük olması için bir avantajdır. Ancak camilerdeki pencerelerin görevi apartmanlardaki gibi dışarıyı izlemek değildir. Pencere sadece ışık ve hava sağlamak için kullanılır. Bu sebepten cemilerde birden fazla küçük pencerelerin olması makbuldür. Camiler genellikle boş alanlara inşa edildiklerinden evlerin aksine daha çok soğuğa maruz kalırlar. Soğuktan korunmak adına camilerde kalın duvar yapılması gerekmektedir. Osmanlı mimarlığının yapılamaz olduğunu öne süren bir grup bunun sebebini; “hem yapacak usta yok, hem de maliyeti yüksek” şeklinde gösterir. “Şimdi betonarme devridir ve o zamanların kubbe estetiğine statiğine ihtiyaç kalmamıştır.” Şeklinde kanaat edinen idare heyeti projeleri mimârî estetiğimizle, usulümüzle ilgisi olmayan Rum ve Türk mimarların eline verirler. Onlar da kilise, havra, yüzme havuzu, garaj vs. gibi tasarıları cami projelerine aktarırlar. “Hayır” işi gözüyle bakılan cami yapımı için hazırlanan projeler mimar ve mühendisler tarafından ücretsiz olarak hazırlanır. Böyle olunca pek de güzel projeler çıkmaz ortaya. Yine “hayır” işi olarak görüldüğü için camilere ruhsatsız inşa izni verilir ve tasarım ustaların eline bırakılır. Bu vurdumduymaz anlayışa Mimar Cevat Ülger vazife şuurunu şu şekilde ihtar etmektedir:
“Bin yıldan fazla tarihi tekamülünü çok iyi bilen, bununla beraber, dünya mimarisinin bugünkü durumunu, hatta yarın alabileceği şekli çok iyi bilen, modern betonarmeyi ve inşaat tekniklerini çok iyi bilen, tarihi Müslüman Anadolu Mimârî unsurlarını devrin tekniği ile birleştirecek, idealist, kabiliyetli, mimarlara teslimi mutlaka lazımdır.”(6)
Osmanlı mimârisinde tabiatı taklit etme anlayışı yoktur. Avrupa tabiatın görünen yanlarını yapmayı sanat kabul ediyor. Oysa ki, sanattan, yenilik, canlılık, orijinallik bekleriz. Sanatçı, İBDA’cı olmak zorundadır. Avrupa bizim o dönemdeki sanat anlayışımıza yaklaşmaya çabalarken bizdeki Avrupalılaşma sevdası, onlara olan hayranlık, özenti, ferdî ve içtimâî her alanda onları taklide yeltenişimiz neyin habercisidir? Geçmişteki güzellikleri, muhteşem eserleri, ortaya çıkartan kaynak neydi? Suallerin cevapları açık ve net aslında: Medeniyet seviyesinin olağanüstülüğü sanatçısına müspet tesirler getiriyor olmalı ki, o muhteşem eserler ortaya çıkarabilmekte, seviye alçaldıkça muhteşemlikler yerini perişanlıklara bırakmakta. (Bkz. T.C. mimârisi) Osmanlı medeniyetini ayrı bir tarih olarak gören, kendisini o tarihten soyutlayan, ancak yine onun izleriyle, eserleriyle ayakta durabilen bir sistemin içindeyiz. Tasvip etmediği, benimsemediği bir medeniyetin camilerini, saraylarını ticarethâneye çevirerek iki yüzlü bir portre çıkarmaktadır ortaya.
Kanuni’ye kadar olan ihtişamlı medeniyetin hassasiyet, zevk, incelik, estetik ölçülerini o zaman içinde hapsetmek. “Ölü yüzünü pudralama nevinden” bir anlayışla bu güne aktarmacılık yapmak değil. Bahsetmek istediğimiz; his birliği, ruh birliği tezinden hareketle o dönemdeki idrakleri bu zaman ve mekana aplike ederek, kendi mânâ dilimiz ile zenginleştirerek yeni eserler ortaya çıkabilir. Sahip olduğu ruh ve fikir bağını ileriye intibak ettirerek zamanda da tahakkümü yitirmeyen tek sistemdir. BD-İBDA…Bu fikir madeninde eriyerek estetik ve zevk kimliğini oluşturacak olan usta mimarlara kalmıştır gerisi.
Zeliha Akdeniz