İBDA’ya yol veriş bünyesini tahlil edecek olanlar, onda üç unsur göreceklerdir.
Birincisi, Necip Fazıl…
İkincisi, Muhammed Şerif…
Üçüncüsü, Cevat Ülger (Karamehmetler)…
İpek gibi yumuşak bir taze havasiyle, hep kanat altında esirgenecek içli anne dokusu; benim zaafım! Bu, yemeğin tuzu biberi.
Necip Fazıl, ruhum… Duydum, düşündüm, yaşadım, yazdım.
Muhammed Şerif; muhatabını mevzuunda boğan çarpıcı buluş zekâsı, cedel tarzı ve yumruk tavrı… İlk gençliğimde ve karşılıklı duruşta, çocukluğumdan gelen bir birikimle adelelerimi patlatacak kadar şişiren… Ya öl, ya şu yüksekliğe zıpla ki, yaşa dercesine!
Cevat Ülger (Karamehmetler) ise, gören göz hakkiyle, doğrudan kavranamayanı gören gerçek sanatkâr… Burada asıl üzerinde duracağım o.
Beni Allah’ın izniyle sırat köprüleri üzerindeki imtihanlardan geçiren ruh, mayamın hangi yönlerinde tecelli ettiği sorusunun cevabını, bir kara sevda ikliminde ikinci ve üçüncü unsurla hesaplaşma süresinde bulur:
Soluk ve ölü bir zemin üzerinde tek renk, dinamik değil de statik, «filim» değil de «fotoğraf» vasfıyla Seyit Ahmet Arvasi Bey’in «Kendini Arayan İnsan» isimli eseri hariç, kıytırık soyu muharrir ve sanatkârlar panayırında, bu panayırın mevzu ve malı olmayan görünüşleriyle ikinci ve üçüncü unsura kök saldım.
Gölge I, Gölge II, Akıncı Güç, Rapor, Gönüldaş çizgisi boyunca, gereken yerde gerekeni yapan ve her görünüşü hadise olan İBDA, sırf bu yüzden dişi bünyelerin kıskançlığını çekerken, demek oluyor ki ikinci ve üçüncü unsurla yürüyüşünü ilân etme durumunda.
Mevzuumuz Cevat Ülger (Karamehmetler) olduğuna göre, onu en kısa ifadeyle, İBDA keyfiyetini temin eden en has unsurlardan biri diye ifşa ederim.
Yürüyüşündeki manayı isim olarak alan İBDA, nakşını görmek istediği mekândaki mimari heyecanı, Cevat Ülger (Karamehmetler) in eserlerindeki şahsiyet edasına terennüm ettirir.
Ruhunu eşya ve hadiselere hakim kılma rüyasını gören her inkılâpçı, bir plâstisite iştiyakı içinde bunun ustasının ihtiyacını duyar; Osmanlı’nın zirve döneminde fışkıran Mimar Sinan gibi.
Hitler’in, Yeni Berlin ve Almanya hayalinin kabartmasını ısmarladığı mimarın, onun en yakın adamlarından oluşu misâli…
Demek ki, Cevat Ülger (Karamehmetler), İBDA keyfiyetine vesile unsur olmadan önce, gelişen bir bünyenin giyeceği elbise gibi İBDA fikrinin mimarîsini peşinen hazırlayandır. Ruhunu bekleyen kalıp, aradığını buldu.
Büyük Mimar, Çağdaş Sinan… Yeni malzeme ile eski mimarînin hayatiyetini devam ettiren ve erbabına göre malzeme avantajıyla bazı noktalarda Mimar Sinan’ı aşan gerçek sanatkâr.
Şahsiyetinin verdiği ilham bahsinde, sadece, dünya çapında bir fikir tezgâhını temsil eden İBDA’yı göstermek yeter.
Cevat Ülger (Karamehmetler) in yazılarını tertiplerken, televizyonda «iz bırakanlar» diye bir dizi vardı. (1984)
Sümüklü böcek de iz bırakır! Dava iz bırakmakta değil, onun keyfiyetinde.
Ve çoğu, keyfiyet ölçüsüyle sümüklü böcek cinsi adamlar söz konusu edildi de, 60’tan fazla eser sahibi mimarımız yok!
Albert Camus, yazarın tanınışıyla eserin tanınışı arasındaki farkı izaha benzer bir mektubunda, yazar olarak tanınmak için kitap yazmaya ihtiyaç olmadığını, gazete köşesinde onun «şu kitapların sahibi» diye tanıtılışıyla, okuyucunun onu kitabını bilmeksizin tanıyışını, aslında bunun tanınmayış olduğunu söyler.
«At ölür meydan kalır» misali, yokluğu bir keyfiyet boşluğu doğurmayan yazar ve sanatkarlar ordusu içinde, eserinin dikilişi ve kıymetine mukabil ismi gölgelenenlerin başına Cevat Ülger (Karamehmetler) konulsa yeridir.
— «Şu cami ne kadar güzel!»
— «O mu? Mimar Sinan’ın!»
Bu, Cevat Ülger (Karamehmetler) in eserinin haysiyetini gösterir diyeceksiniz. Öyle!
Ancak, gerçek sanatkâra gösterilmesi gereken ve onu lif lif açarak bizzat kendi haysiyetini heykelleştiren dava anlayışı, onun semtine uğramadı. Nerde kaldı ki televizyon!
Konferanslar serisiyle Anadoluyu baştan başa ayaklandıran Necip Fazıl, hakikati görmemek için kıçını dönen, böylece gördüğü hakikatin ezikliğini yaşadığını ifşa eden basının tavrını kapak yapmıştı:
— «Üzerimize bir milyon ton sükût külü döküyorlar!»
Cevat Ülger (Karamehmetler) karşısındaki, müslüman ve sanatkâr veya yazar geçinen çevrenin tavrı ise, düpedüz şapşallık!
Her şahsiyetli sanatkârın kaderi midir nedir, bu şapşallığın hainlikle elele görünüşü de bizde tecelli etti!
— «Ondan bahsetmeyin, ismini söylemeyin, tanımayın, anmayın!» Deseniz ki:
— «Allah aşkına bunlar insan mı?» Derim ki:
— «Bu sözün de ancak insanı incitir!»
Ve, onları incitemeyeceğimi bile bile, bizzat Büyük Doğu Mimarınca yakıştırılan
sıfatlarını saydıktan sonra eklerim:
— «1975’den beri ite ite şapşallığınızı sergileyen ve gecekondularınızı yıkarak fikir, fiil ve sanatta ufuklar açan beni, Necip Fazıl’ın vefatından sonra gömmeye çabalarken, tezadı içinde bir ahmaklıkla tanımıyorsanız, yollarda benim bırakıp sizin konduğunuz «değişik» parsa hakkı için, annenize sorunuz! Çocuk babasını tanımıyorsa, suç anasının!»
Kaderin, Cevat Ülger (Karamehmetler) çapında bir sanatkârı bana yakın kılması ve bir ikisi hariç yayınlanacak vasat bulamayıp 20 seneden fazla pinekleyenleriyle beraber yazı dosyasının bende kalması, zevken idraka mevzu ayrı bir dava! Onun şansı olduğu kadar, benim de şansım!
Cevat Ülger (Karamehmetler) bende, surat tanımayı adam tanıma zanneden dışyüz kekemeliği değil, kendisinde doğrudan doğruya ruhumu seyrettiğim bir şahsiyet ifadesidir.
Görüneni görene nisbetle değerlendirirseniz, eserlerimizin haysiyetini o şahsiyete şahit diye gösterebiliriz. Demek ki bu ölçü içinde, okuyucunun göreceği yazılardan daha fazla birşey ifade ediyor benim için… Bu yüzden de o yazılar, şahsiyetinin okunmuş yönüyle bitişik, ayrı bir değer kazanıyor.
Dikkat ediliyorsa, eserlerimizin haysiyetini şahit tutarken, iki türlü sahteliğe set çekiyorum:
Birincisi: Bir sürü şapşal tip arasında, dikkat bile edilmeden göründüğü gazete çevresi de dahil, öldüğü gün cismiyle beraber ismi de kaybolan keyfiyetsizlere lâyık bir şekilde «boyacı küpü» nden çıkmış lâflarla «iş olsun» kabilinden anılışı hariç, onu mesele olarak ortaya süren, benden başka kimse olmamıştır ve halâ yok!..
Etkimin doğrudan veya dolaylı neticesi halinde Anadolu’da şahit olduğum Cevat Ülger (Karamehmetler) alâkası, şimdilik Necip Fazıl takdirine dönmediyse de, onu andırmaktadır.
— «Pek imanlı insandı!»
— «Evinde yerde otururdu!»
— «Elini dikti!»
İçlerindeki iyi niyetliler hariç, bana onu tanıtmaya yeltenen yakını (!) kerestelere baktığım zaman, Cevat Ülger (Karamehmetler), alışkanlıklarının devamını İslâm diye yutturmaya kalkan tıknefes bir kereste gibi görünüyor… Bu tipin rahatlık gösterisi yaptığı mevzular da, umumiyetle yüzsüzlük ve görgüsüzlüktür.
«Bir yamyam kabilesinden askeri deha çıkmaz!» diyen mütefekkir, bu sanatkârın fışkırdığı çevreyi görseydi, herhalde hayıflanarak eklerdi:
— «Çıksa ne olacak?»
İkincisi: İşin rizikosuna girilirken, «kim tanır onu?» ifadesiyle onun albümünün yayınlanışına yan bakanlar, aslında onun keyfiyetini temsilden uzak karikatürlerin, senelerce yayınlandığı gazetenin 20 – 50 bin tirajından bağımsız mânâda bizde keyfiyete büründüğünü görünce, «yağlı bir kemik daha» niyetiyle sulandılar! Hiç olmazsa, tarafımızdan ifşa edilen keyfiyete malikmiş görünmek!
Bu iki sahteliğe set çekerken, hem tanıdım zannedene hiç tanımayandan daha zor anlatma sıkıntısına düşmemek, hem de sahici insanlarla gerçekleşecek bir rüyanın tesiri içinde hareket ediyorum; izahlar bunun için…
Şu:
İtalyan’ların Mikelanj için yaptıkları televizyon dizisi gibi, Cevat Ülger (Karamehmetleri), eserleriyle beraber mânâmızın bir ruh kesiti halinde vermek! Gerçeği tiyatrolaştıran bir biyografi usulü…
Adamı diriyken değil de ölünce sevmek veya sahip çıkmaya yeltenmek, ceset mezara girdikten sonra ziyafete üşüşen kurtçukların işi… Kıytırık muharrirlerin ve kereste sanatkârların. Benim işim değil!..
Ölüyü hayırla yadetmeyle, arkasından «sahte güzelleme»ler düzme arasındaki farkı anlamayan şapşallıksa, hiç değil!
Cevat Ülger (Karamehmetler)… Boyu şu kadar, eni bu kadar… Her insan gibi, yedi, uyudu, gezdi, kızdı, haklı oldu, haksız oldu. Öyleyse?
Bir açık oturumda kafa yapısı çopur suratına uygun şaire, Necip Fazıl dolayısiyle söylediğim ölçü:
— «Şahıs, dedikodu için değil de, fikir ve sanatından dolayı sözkonusu edildiğine göre, herşey buna nisbetle değerlendirilir. Bahsedilecek menfilikler için söylenecek şey, öyle ol da öyle olma demekten ibaret…»
Daha önce «Demet»te, Cevat Ülger (Karamehmetler) için söylediğim söz:
— «Bu tip adamlar için özel mercek tutulur ve hikmet gözüyle bakılır!»
Demek oluyor ki, ölü ağlayıcılığıyla ölçü yoksunu olmaktan uzak bir yerde, değerlendirme liyakatinin göbeğinden konuşuyorum; bir sanatkârın ruhundaki hürriyet hamlemin sanat ifade eden verimi halinde…
Bahsettiğim ölçüler çerçevesinde, onun belli başlı ruh düğümlerinden birini, sahte güzelleme yapmamaya misal halinde vereyim: Para… Bu bahiste dertli ve sıkı.
Buna dikkat ediniz; para… Öz arayıcısı bir simyacı hüviyetini temsil eden sanatkâr gözünde paranın, bütün unsurları aşıcı veya kuşatıcı değeri dikkatten uzak olmasa gerek… Sahibolma isteğiyle, meçhule sarkmak arasındaki bir ayniyetin iki kanadında, Tolstoy ile Karamehmetler ve Necip Fazıl’la Dostoyevskiyi görüyorum.
Cimri değil, savurgan değil, alelade değil; dikkat çekici!
Paranın sırrîliği ile ilgili bir etüd yapsam, bu dört isim üzerinden yürürdüm.
Başta sözkonusu ettiğim dava; ortalama anlayış ve zevk idrakiyle doğrudan kavranamayanı gören gerçek sanatkâr kumaşı…
Bunun üzerinde durmalıyız:
Ruha dolaysız bir biçimde birdenbire iniveren bedahet hissiyle, öyle bir güzellik idrakına malik ki, ruh yuvamda mevcuda değer değmez derhal «niçin»le zarflanıyor ve çoğu zaman fikirdeki bu tecrit, onun anlamamış bakışıyla tokalaşıveriyor!
Dikkat:
Ümmî başka, âmi başka… Ümmî, okuma yazma bilmeyendir; âmi ise, okuma yazma bilse de cahil. Okuma yazma öğrenmekle veya öğretmekle cahillikten kurtulunduğunun ilân edildiği bir memlekette, büyük İslâm velisinin, «ilim insanın cehlini alır, ahmaklığını almaz» ölçüsüne, kendinde obje davasına sarkan idrak soylusu nerde? İşte, yalnız bunların anlayacağı bir incelikle söylersem, Cevat Ülger (Karamehmetler) de sanat kumaşı, belirli bir yapının işlenmesiyle geliştirilmiş değil, doğrudan doğruya bir ruh fışkırışının iptidai halidir. Fıtratının aynı…
Bu ölçü içinde bakınca, benim tabiî halimin sonunda yüzyıl diyalektiğine yol veren ilkesi, «hikmet gözüyle bakılacak olanı bilmek ve bununla alâkalı şeyleri bedihi hükümler olarak alarak kurcalamak» doğrusu, en verimli yemişlerden birini Cevat Ülger (Karamehmetler) in şahsiyet tarlasından devşirmiştir diyebilirim.
Bu eserin keyfiyetiyle ilgili bir incelik…
Yukarıda Cevat Ülger (Karamehmetler) in, varlığın varlıkla bütünlüğü içinde kavranışı ve ruha dolaysız bir biçimde birdenbire iniveren kıvılcım kapıcı kumaşına değindim. Delil, ispat, izah ve kıyas merdivenlerinden azade…
İşte bu eserdeki yazılarının doğuşu da, bir nevi ruh tomurcuklarının beliriverişiyle ele alınmış notlar kabilinden… Bu eserde demetlenen yazılarının dışındaki hadiselere bakan ve değerlendiren fikir ürünleriyle konferanslarına eğer bu gözlükle bakılmazsa, onun hakkında yanılınabilir. Çünkü «şıp» diye yakalayıverdiği bir meseleyi izaha yeltenirken, boşlukları doldurur, yani uydurur! Bütün dava, onun zevk bedahatiyle yakalayıverdiğini, ilmî ve fikrî bir tecritle zarflayabilmekte ki, böyle bir «peşin fikir»le başlama işi, netice onun yanlış olduğunu gösterse bile, insana yepyeni ve el değmemiş ufuklar açabilir; açtı!
Burada ayrıca, duyarak, düşünerek ve yaşayarak bir sanatkâra bakan göze dikkat ediniz ve bugün ordu çapına ulaşan kereste yığını sanatçı ve fikirci geçinenlerle, Cevat Ülger (Karamehmetler) şahsiyetini ve onu değerlendiren göz hakkını, hak ve hakikat namusuna tercüme ettiriniz!
Şahsının aynı halinde, ilk çağ Yunan filozoflarından birine ait ve Charles Baudelaire’in ağzından öz hüviyetini ifade edici bir söz:
— «Hayat kısa, sanat zor!»
Müthiş!
Bu müthişin «feci» vasıflısı da var ki, sanatı dünyanın en beleş işi yapan dangul dungul adam sürüsünün «sümük keyfiyetli» görünüşü…
Kelâm sanatının dışında ve şiirini taşla örgüleştiren Mimar Cevat Ülger (Karamehmetler) in, bu eserdeki temas ettiği meselelere dikkat edilirse ve bunun kesbî (çalışma ile) değil vehbî (kendiliğinden) oluşu nazara alınırsa, araştırmadan önce de «hayat kısa, sanat zor!» hikmetinin kokusu duyulur. Bir sanatkâr dokusunun en tabiî hassasiyeti bile, onun antenlerini nerelere sarkıtıyor!
Bir de, bizzat işi tefekkür, tahlil, terkip, tecrit gerektiren kelâm sahasını, bu sahayı duyguya tercüme ettiren kelâm sanatını ve sanatkârını, ne olmak ve nasıl olmak noktasından düşününüz!
Fikri sanatından, sanatı ise fikrinden cüce olanlar panayırında, bu görünüşü vasıflandıran ve daha 1980’de «ne şair var ne şiir!» çığlığını basan biz, bugün sağı ve soluyla kabul edilen bir hükmün ifşacısı olma hakkıyla bildirelim ki, hemen bunun yanına da durumu eşitlemek isteyen sahtekârlarca karargâh kuruldu!
Solcu şairlerden biri, «usta» sıfatıyla bunun tersini ifade ederken şöyle buyurdu:
— «Bugün şair, aydının ilgisini bekliyor!» Bize sorarsanız, kendi «konsept-derinliğini» bulmuş ve hudutsuzluğa geçit verici «nadide» şair şöyle der:
— «Bugün şair, aydının ilgisini değil, doğrudan doğruya aydını bekliyor!»
Bekliyoruz!
O, limonu tadından tanımak gibi bir tabiîlikle anlar ki, sanat, hayatın kapsamının genişliğince geniş bir mekânda zamanın nabzını tutan mimarî cehddir ve sanatkârlık, iş ve verim sahalarının öncü özü olarak, nal toplayanlar sınıfının işi değildir!
«Bugüne kadar dünyadan iki mimar geçti… Mimar Sinan ve ben» diyen Courbosier, bütün sanatları birlik içinde düşünmek gerektiğini söylerken, hem sanatın ne olduğunu, hem de hayat önünde zorluğunu belirtmiş olur.
Ve, Cevat Ülger (Karamehmetler)…
Mimarî merkezi etrafında, ressam, karikatürist, Ankara Radyosu Bağlama Takımında çalacak kadar müzik kültürü olan, Klasik müziğimiz ve Batı Klasik müziğinde ergin bir zevk sahibi olarak bana tefekkürde malzeme verecek kadar çarpıcı hükümler sahibi bulunan, çocuk psikolojisini derinden sezen ve kültür emperyalizmi bahsinde hiç kimsenin göremediklerini görüveren, otururken, susarken, konuşurken ve bütün aleladelikler içinde gören göze varlığıyla mesaj veren… Mühendislikten makineye, çocuk oyuncaklarından halı dokumaya kadar geniş ilgi sahası. Fikirde, en kesin hükümleri bile, elinin tersiyle ve çoğu zaman farkında olmadan deviriveren bir mizaç. Ve taşla ahenk kurucu olma sıfatından olsa gerek, ahenk keyfiyetini en çarpıcı bir zevk seviyesinden tadarak bir anda değer biçen… Bu yüzden Divan şiirimizin ustalarından okuduğu şiirlerin nasıl ruhunuza sindiğini, cereyan veriliyormuşcasına duyardınız. Benim şiir kumaşımda müthiş uyarıcı etkisi, onun duyarak bu okuyuşundan olmuştur! Kendi yaşıtlarından başlayarak gelen «çocuk sanatkârlar» keyfiyetinin karikatürize edilişi de, bendeki en büyük etkilerinden! İşte adam, işte adamcıklar! Hele onun dil hassasiyeti…
Ruhumu Necip Fazıl’da bulduysam, «plâstisite» zevkini, heyecanını ve davasını onunla idrak ettim!
–
Birkaç kelimeyle bu eserin tertip şeklinden de bahsetmeliyim…
Paris’den tüten sıkıntıyı ve aşıladığı melankoliyi nesir tarzında ve şiir tadında veren bir kitabının takdimi makamındaki mektubunda Charles Baudelaire şöyle der:
— «Bu küçük eserin başı, kuyruğu bulunmadığını söyleyenler biraz haksızlık etmiş olurlar. Öyle ya, bu eserde herşey aynı zamanda hem baş, hem de kuyruktur; tersine, ardarda alınsalar da bu böyle, öbür türlü ele alınsalar da böyle. Bir düşünün lütfen, bu düzen hepimize, size, bana ve okura ne güzel kolaylıklar sağlayacak. İstediğiniz yerinden kesebiliriz; ben düşümü, siz müsvetteyi, okur da okumasını…»
Biz de deriz ki, her bölümü ve her bölümdeki müstakil parçaları ayrı ayrı ve düzensiz olarak okuyabilecek okuyucu, yine de eserin iç sesinin bütünlüğünü duyabilecektir. Ancak yanlış anlamaya yol verebilecek bir tehlikeyi peşinen haber vermek gerek:
Her soylu ve çileli fikir ve sanat adamı, ilahî memuriyeti gereği çağından erken doğmuş ileri bir ruh mayasının sahibi olarak, idealle, içinde bulunduğu vasatın gerçeği arasındaki çelişmeyi yaşar. Ve, kaide olmasa da umumiyet itibariyle, muhatapların bönlüğüyle kendi emeğini karşılaştırdığı zaman, biricik gıdasının hüsran olduğunu görür. Bu çaba niye? Her şeyden önce hakikati öğrenme nimetini haketmeyen ve bu liyakatten yoksun adamlara, değil vermek, saklamak lâzım! «Kendini beğendirme isteği» denecek ise, kendini beğendirmek istediğin keyfiyete bak, bu kolunun kanadının kırılmasına yeter! Şöhret, şu, bu… Bunlar civcivlere ve bönlere mahsus iş ve bakış. Hiçbir gerçek sanatkâr ve fikirci yoktur ki, kendi varoluş hakikatiyle isminin görünüş şartı bitişik olmasın. Dikkat edilsin: Bugünkü kereste yığınlarını niçin böyle değerlendirdiğimin ölçüsünü de veriyorum… Yine bu bakış içinde bir değerlendirme ölçüsü: Allah inancına dayanmadığı müddetçe, soylu ve gerçek bir kumaş sahibinin susması veya çıldırmasından başka yol yoktur! Susana veya çıldırana kadar hesaplaşması ileriye gitmemiş Allahsız sıhhatliler de, aslında bönlüklerinin ifşacısıdırlar. Dostoyevski buna yakın mânâda, sanatçının kaderine temas eder:
— «Kendi kendine konuşmak delilik ise; şu ortamda yine de yazmak, kendi kendine konuşmaktan başka nedir ki?»
Bunca izah boşuna değil… Daha önce temas ettiğim gibi, Cevat Ülger (Karamehmetler) in belirli bir yerde yayınlanması düşüncesiyle ele alınmayan bu eserdeki yazıları, doğrudan doğruya ruh patlamalarının ürünüdür ve rastgele kâğıt ve kağıt parçacıklarına hemen kaydedilmişlerdir. İçinde bulunulan anın hakkı! Meçhule savrulan kağıtlar!
Birgün niye yazdığını sorduğumda şöyle demişti:
— «Bu da ruhî birşey… Bir başlıyorsun gidiyor, sonradan yazayım desen de geçmiş olsun!»
Yani yazmamak, hamile kadına «doğurma bekle!» demekten farksız ve «niçin?» diye sorulursa, gayesi kendinden ibaret.
Böylece «niçin?» tertip bahsine lüzum gördüğümü de açıklama durumuna gelmiş bulunuyorum:
Herşeyden önce, kendinde hürriyet hamleme zemin bulduğum bu büyük sanatkârı, vefatından sonra ve iradî müdahalesi dışında değerlendirmek ve İBDA idrakini bu açıdan da verimlendirmek isterken, nebat adamların sahip çıkarken batırıcı kelliğine düşmemek şuuru… Bu yüzden kaç türlü gözlük taktığımızı ve kaç cepheden gösterdiğimizi takdir edin. Yazılar, mektuplar, dilekçeler, şunlar, bunlar… Eğer kendi kendinden ibaret kalırlarsa, elbiseden adam karakterini çıkarmaya kalkmak gibi pörsüyebilirler ve «o büyük bu muydu?» gibi şişirme adam intibaına yol açabilirler. Her şeyden önce Mimardı ve eserleri ortada. Şahsiyetine tuttuğum aynadan görülmek üzere yazıları da burada; düşünceleri, mücadeleleri, şahsî işleri vs… Neticede, çağdaş Sinan’ın ruh dokusunu çeşitli yönleriyle, basit ve giriftliğiyle veriyor, onun «bütün» terkibini tattırmaya çalışıyoruz. Çünkü o, toplum şahsiyetinin şekillenmesi için kuşanılması ve maledilmesi gereken ana karakter çizgilerinden biridir. Biriydi demiyorum, biridir!
Öyleyse, nereden isterseniz oradan okumaya başlayabilir, değerlendirme merkezimize yol bulabilirsiniz!
Aralık 1984 Salih Mirzabeyoğlu