Bir dağ devrildi bundan üç sene önce. Toplumun ve kendi camiamızın, yeteneklerinin hiç birinden yeterince faydalanmadığı hocamız ve dostumuz; karikatürist, ressam, Osmanlı mimarı stilinin büyük ustasını bildiğiniz gibi 6 Eylül 1977’de kaybettik.
Onu çeşitli yönleriyle, resmiyle, karikatüriyle, mimarlığıyla ve kişiliğiyle anlatmaya kalkıştığımız zaman, sıradan adam tipinin dışında bir dahi olduğunu söylememiz yeter.
Romantik olsun diye ona ağıt yazacak veya ne kadar iyi yürekli ve pırıl pırıl insandı tarzında klişeleşmiş sözcüklerle ondan bahsedecek değilim. Kendisi de böyle bir şey olacağını bilseydi, bunu komik ve kendi deyimiyle “dangalakça” suni bir duygululuk olarak bulurdu.
Açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, onu yakından bir harika olarak tanımadıktan sonra, onunla takışmadan, sürekli ilişkiler içinde kalmak çok zordu. Bu yüzden de tiryakisi birkaç dostun dışında çevresi uzak ilişkiler içinde kalanlardan oluşuyordu. Yalnız şunu bilhassa belirteyim ki, bu toplumun eserleri ve kişiliğiyle yani bütünüyle laboratuara koyulup tahlil edilmeye değer orijinal birkaç insanından biriydi. Muhtacı olduğumuz “imanın öfkesi” hassasına fazlasıyla sahipti.
Mimardı, ama hiçbir eserini zevk mahrumu malum tipler yüzünden tam istediği anlamda gerçekleştiremedi. Bu konuda muhatapları umumiyetle atsineği cinsinden adamlardı. Mimarlığından bahsederken onun çalıştığı üslubun isminin “Osmanlı Mimarisi” olduğunu da bir düzeltme ile bildirelim. Bunun camilerde uygulanmış şekline bakarak, bu mimari tarzına, “cami mimarisi” ona da cami mimarı demek yanlıştır. Sağ olsaydı böyle düşünenlere kendine has mimikler ve anlatış tarzıyla gerekli açıklamayı yapardı. Ve içinde bulunduğumuz estetik zevkini yitirmiş toplum, spor salonu, sinema ve konser salonu gibi yapılarda bu tarzı uygulama şansını ona tanımadı.
İlham alan yaradılışta yaratılan şair neyse, onun mimariye atılışındaki sebep de odur. Yirmi küsur senelik mimarlık hayatında çevresinde onu bu işe özendirecek kimse olmadığı gibi, öğretecek olan da yoktu. Mimarlığa neden ilgi duyduğunu sorduğumuz zaman bunun ruhi “bir şey” olduğunu söylüyordu.
İstifaya zorlandığı (zannediyorum 1969) zamana kadar resim öğretmenliği yapıyordu. Bizim camianın kısır şartları içinde onun başlı başına büyüklüğünü ortaya koyduğu bu sahayı da son zamanlarda boş vermişti. Estetikten yoksun bir camianın ilgisizliği ve kişisel gayretlerle açtığı sergilerden sonra adımını derecelendiren malum sergi açma anlayışı onun bu sahada özenli ve daha çok eser vermesine mani olmuştur. Çizdiği birbirinden güzel halı desenleriyse dokuduğu örnekleriyle elinde kalmıştı.
Gazete okuyucusu onun karikatürist yönünü bilir. Ama şu noktayı belirtelim ki, onu çıkmış karikatürleri açısından değerlendirmek, bu yönünü eksik değerlendirmek demektir. Bunun da bazılarınca malum bazılarınca meçhul bir sürü sebebi vardır. Nerede görülse ismi tereddütsüz hatırlanıverecek çizgi üslubuyla tanıdığımız hocamızın, belli bir kültür, düzeyinin üzerindekilere hitap edebilecek tek kelimeyle nefis karikatürleri dosyalarının arasında değerlendirilmeden kalmıştır.
Karikatür onda çizgiye dökülen yakalanmış bir espri olmanın ötesinde, yaşadığı hayatının da ta kendisiydi, dünyaya bakışıydı. Anlattığı en basit şeyin bile korkunç karikatürize edildiğini yakından tanıyanlar bilirdi. Normal bir insan anlatılışıyla, mesela bir portre çiziliyorsa, aynı şeyi o anlatırken yaşadığı bir gerçek olarak karikatür çiziyordu. Onun topluma ve hadiseye bakışı, herkesin baktığı ama görmediği ancak belli bir okuma birikimiyle ulaştığı şaşırtıcı gerçek ve tezatlar, onda baktığı anda görmek şeklinde beliriyordu. Gerçekten duyduğu ve yaşadığının ifadesi olan bir mimik veya sözü, senelerce sonra belli bir okuma birikimiyle karşımıza çıkıveriyordu.
Mesele sahibi bir insan onu kabul etmese de, onu itse de, reaksiyonunda bile onun kişiliğinin etkisi altındaydı. Camiamızda şiir, hikaye, vs. ile uğraşanlar arasında onu tanıyanlar da ondan kaçtı. Çünkü o ergin bir zevkti ve insanın kendini ölçüye vuracağı mihenk taşıydı.
Kültür vurgununa uğramış bir neslin kendinden olan ne varsa nefret ettiği veya hoşlanması gerektiği tarzındaki bir yaklaşımla bir ton söz arasında kaybettiği “Divan şiiri” onun kendisine yakışan edasıyla okuduğu bir beyitte tersine dönebilirdi. Cumhuriyet sonrası şiiri hakkında da kendisine başvurulacak bir insandı.
Başta Türkiye toplumunun ve camiamızın kendisinden yeterince faydalanamadığı bir insan olduğunu söylemiştik. Verdiğinin veremediğinin yanında hiç olduğunu da söyleyebiliriz.
Cevat ağabeyimizin, görünür eser olarak ortaya koyduğu mimari eserlerinin kıymeti ancak onun ruhuna ve zevkine erişecek bir neslin kim bilir ne zaman gelmesiyle anlaşılacak ve otlar arasında kaybolmuş bir çiçek, gerçek değerini bulacaktır. Gayet acıdır ki, bizde değerlendirilmesi bir yana, değerlendirilmesi lazımdı tarzında bir pişmanlığı yaşayan kaç kişi var?
Eğer Müslüman olmasaydı, çeşitli yönlerinden biri bile bu memlekette heykelinin dikilmesine yeterdi. O, kişiliğiyle hakkında yazılmış bir makaleyle zoraki anlatılan insanlardan değildir. Onu yeterince tanımış olanlar, hayatlarının onsuz devam edecek safhalarında, bir esere, bir olaya bakışlarında muhakkak vazgeçilemeyen unsur olarak onun gözlüğünden de bakacaklardır.
Her yönüyle o unutulmayacak bir kitaptır…
Salih Mirzabeyoğlu
1980 – Demet
Göy Yayınları